HARUN TOKAK

Ve gül yüzü gülüyordu Güllerin Efendisi’nin

Arafat Dağı güneşin bağrında yanmaktadır.

Günlerden Arefe’dir…

Yüz binler Arafat Dağı’ndadır;

Allah’ın insanları affettiği yerde,

rahmetin sağanaklaştığı topraklarda.

Güllerin Efendisi Veda Hutbesi’yle seslenmiştir sahabelerine.

Veda…

Her şey ayrılık şarkıları söyler burada.

Güllerin Efendisi, devesinin üzerindedir…

Elinin birisi yorulunca diğerini kaldırır.

Dualarına, yalvarmalarına, yakarışlarına hiç ara vermez.

Dudaklarında hep aynı sözler,

“Ya Rabbi ümmeti!”

Bir aralık kamçısı yere düşer, eğilip alırken bile bir eli yine havadadır.

Gül yüzünden terler boşanır…

Gül terler…

Ter ruhundan çıkar.

Güzel gözlerinden dökülen yaşlar elbisesini,

devesinin parlak tüylerini,

Arafat toprağını ıslatır…

Ama gül yüzü bir türlü gülmez…

* * *

Bu gün yine Arefe…

Şu dakikalarda milyonlarca insan beyaz kelebekler gibi Ka’be topraklarında koşuyorlar…

Arafat Dağı’nda uçuşuyorlar…

Gelin odaları gibi çoktan süslenmiş olan Arafat, daüssıla tutkusuyla kendine koşan konuklarını çoktan basmıştır bağrına…

Arafat…

Hak rahmetinin sağanaklaştığı yer…

Ümidin bütün renklerini bağrında barındıran dağ…

Hesap endişeli bir Arasat Meydanı.

Bu gün, dünyaya dair her şeyden sıyrılmıştır insanlar.

Ümidin ve endişenin gel-gitlerinde akşama kadar hayaletler gibi dolaşır dururlar Arafat yamaçlarında.

Burada bir kere bile bulunma bahtiyarlığına ermiş bir insan, hiçbir zaman bütün bütün kaybetmez.

Dünyevi bir insan gibi ölmez.

Her daim diplerine can suyu verilmiş güller gibi açar da hiçbir zaman bütün bütün pörsümez.

Arafat’lı günler, insanın gönlüne bir ömür boyu sabah güneşi gibi dökülür.

Milyonların dağı taşı inleten “lebbeyk” sesleri, orada bir kere bile bulunmuş her nasiplinin gönül denizinin kıyılarını hep okşar durur.

Arafat sabahları ve akşamları o kadar büyülüdür ki hiç kimse o tatlı rüyadan uyanmak istemez.

İnsan, Arafat düzlüğünde dudaklardan dökülen duaları, yakarışları duydukça daha bir durulaşır.

Sonsuz saadete olan ümidi güller gibi açar ve kendini baştanbaşa baharlaşmış bir bahçenin içinde bulur.

Ruhun uhrevileşmesi ve sonsuzluğa kanatlanması için her mü’min hiç değilse ömründe bir kere olsun Arafatlaşmalıdır.

Sabah ve akşamını bir oksijen gibi ciğerlerine çekmelidir.

Bu gün, Arafat’ta kim bilir ne dualar ne yakarışlar ne iç çekişler ne iç döküşler yaşanmaktadır.

Hele ikindi sonrası…

Buruksu bir vedanın insanların içine gelip oturduğu dakikalar…

Daha bir derinlikli , daha bir içten, daha bir ağlamaklı olur sesler…

Kâinat kendi sükûnunda boğulurken insanlar burada tepeden tırnağa ses kesilirler.

Ve sesler dolar kulaklarına…

Geçmişin derinliklerinden gelen sesler…

Hazreti Adem’in “Allah’ım! Ben kendime zulmettim, ne olur beni affet!” sesleri…

Hazreti Hacer’in, Safa’dan Merve’ye koşarken ki; “Su, bir damla su!” sesleri…

Hazreti İsmail’in sesi az ötede teslimiyet postunda oturan Mina’dan gelir.

Hazreti İbrahim’in “Allah’ım! Senin için bir ev yaptık, bizden bunu kabul buyur.” sözleri Ka’be’den yükselir.

Güllerin Efendisi’nin bu topraklarda;

“Yarın Rabbim beni sizden soracak ne diyeceksiniz?” diye veda hutbesinde yüz binlere söylediği sözler…

Hepsi derin bir ırmağın derinlerinden gelen sesler gibi dolar kulaklarına.

Bu dakikalarda insan kendisinin manevi bir varlığa büründüğünü hisseder ve hayretler içersinde nurdan bir abide gibi yükselir.

Bundan on beş asır önce yine böyle bir Arefe günüydü.

Güllerin Efendisi, devesinin üzerindeydi…

Yüz binler etrafında beyaz kelebekler gibi uçuşuyordu.

Elinin birisi yorulunca diğerini kaldırıyor ama duasına hiç ara vermiyordu.

Bir aralık kamçısı yere düştü onu alırken bile bir eli yine havadaydı.

Gül yüzünden terler akıyordu.

Gül terliyordu.

Ter ruhundan çıkıyordu.

Güzel gözlerinden dökülen yaşlar elbisesini ıslatıyor, devesinin parlak tüylerini ıslatıyor, Arafat toprağını ıslatıyordu.

Sabahtan beri güneşin bağrında beyaz ihramlar içersindeki insanların sesleri, gökler ötesi meleklerin çığlıklarını andırıyordu.

Göklerin kapısı bir kere daha, belki de son kez açılıyordu.

Gözlerini göklere dikiyordu Güllerin Efendisi.

Melek elinde mesajla görünüyordu.

“Bu gün sizin dininizi tamamladım…” buyuruyordu Âlemlerin Rabbi.

Arafat’ta her şey ayrılık şarkıları söylüyordu.

Hz. Ömer ağlıyordu.

Dinin tamamlanması aynı zamanda büyük bir ayrılığın habercisiydi.

Kopacak fırtınanın farkındaydı.

Yüz binlerin yalvarışları, yakarışları meleklerin çığlıklarına karışıyordu

Arafat bu güne kadar herkese bağrını açmış, herkese ümit dağıtmış, herkesin yüzünü güldürmüştü.

Güllerin Efendisi’nin dudaklarından dualar, yakarışlar aralıksız dökülüyordu ama gül yüzü bir türlü gülmüyordu.

Serendip Sahilleri’nin yalnızlığında boğulan Hz . Âdem “Ey bu yerlerin sahibi! Yalnızlıktan çok bunaldım.” diye yalvardığında Hz Havva ile burada buluşmuştu.

Dünya gözüyle birbirlerini ilk defa bu topraklarda görmüşlerdi

Cennet’ten sökülen bu iki fidan bu topraklarda kök salmıştı.

Hazreti Âdem burada insanlığa baba, Hz Havva ana olmuştu.

Gözyaşları burada dinmiş, burada gülmüşlerdi.

Arafat, dünya sabahında suların aydınlandığı, yolların kavuştuğu, ırmakların buluştuğu yerdi.

Bu tepelerdi insanlığa Cennete giden yolları açan.

Bu tepelerdi Hz İbrahim’le oğlu İsmail’i yeniden kavuşturan.

Herkesin yüzü bu tepelerde gülmüştü ama Güllerin Efendisinin yüzü bir türlü gülmüyordu.

Kızıl atına binmiş guruba koşan güneşin kızıllığına karışan “lebbeyk” sesleri çığlık çığlığadır.

Gün gidiyordu…

Gün geceye dökülüyordu…

Ufuklar buğu buğu veda duyguları dağıtıyordu.

Faran Dağları siyah elbiselerine bürünüyordu.

İnsanlar, beyaz kelebekler gibi Arafat Dağı’nın eteklerinden Müzdelife’ye doğru dökülüyordu.

O muhteşem manzara görülmeğe değerdi.

Alacakaranlıkta bir ışık seli…

Sonsuzluğa…

Mekânsızlığa…

Allah’a akan bir ışık seli…

Müzdelife Allah’a daha bir yakın olmanın adı…

Arafat rükû günü ise, Müzdelife bir secde gecesidir…

Mehtap, dolunay olma yolundadır.

Dağ, dere ve vadiler mehtabın o tatlı o yumuşak ışıklarıyla cilveleşir.

O dakikalarda, adeta gökler yere iner ve arz semavileşir.

İnanlar, üzerlerine nur inmiş türbelerin sakinleri gibi sükûn içinde gönüllerini Hakka açarak sabahlara kadar secdenin, Allaha yakın olmanın tadına varır.

Ka’be toprakları; gökler, gönüller ve gözlerin ışık sağanağındadır.

Yıldızlara ne kadar da yakındır insanlar.

Gece ilerledikçe daha bir büyülü hal alır Müzdelife.

Kalb sesleri, meleklerin soluklarıyla at başıdır.

Müminler meleklerle maratondadır.

Arafat’ta yorulanların Müzdelife’de dinlenmeleri gerekir.

Ertesi gün yine yorucu bir maraton onları beklemektedir.

Ama Güllerin Efendisi o gece sabaha kadar yine duaya durmuştur.

Kalbi parça parçadır.

Gece boyunca dilhûn olur…

Gözyaşları Ceyhun olur. “Ümmeti, ümmeti” diyerek inler durur.

Gün ışımaya başlar.

Gün ışırken Güllerin Efendisi’nin gül yüzünde de bir tebessüm vardır.

Biz o tebessüme kurban oluruz.

Çünkü o tebessüm olmasaydı biz mahvolurduk.

Ömrümüzü o tebessüme borçluyuz…

O tebessüme…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.