Dünyanın dirilişi
Gül mevsimidir… Ebr-i nisandır…
Gök, gül kokulu nisan yağmurları serpiştiriyor. Bu mevsim dünya sırılsıklamdır. Rüzgarlar gül kokar, ağaçlar gül esintisidir.
Her yıl bu mevsim; gönlümüzde güller açar, âlem-i İslam bir yürek gibi atar .
Gül günleri, Güllerin Efendi’sine gönülden çağrılarla gelir ve gider.
Her dem, herkes onu çağırsa da; bazıları pek gönülden gelir bana.
Arif Nihat Asya… Sanki beyitler, binlerce bülbül avazesi gibi ufuklarda sayhalaşır..
Gel, ey Muhammed, bahardır…
Dudaklar ardında saklı aminlerimiz vardır…
Hacdan döner gibi gel,
Miracdan iner gibi gel
Bekliyoruz yıllardır!
Bu güzel na’tı ilk duyduğum çocukluk yıllarımdan beri hep mırıldanır dururum.
Kimisi sözlerinin kifayetsizliğinden, kimisi de gönlünün mecalsizliğinden dert yansa da her aşık; kızgın kumları geçerek, ufuklarda dağları ikiye ayıran yolları aşarak, ağlayarak, sızlayarak hep O’na koşmuştur.
Yollarımı sana getir,
Her sonucu sende bitir
Yiteceksem sende yitir
Derde derman ey Sultanım ” diyerek, düşmüşlerdir yollara. Mecnun gibi çöllerde koşarak, Leyla gibi gecelerde yıldızlarla konuşarak hep onu aramışlardır.
İnsanlık onu aradığı kadar kimseyi aramamış, O’ na muhtaç olduğu kadar hiç kimseye ihtiyaç duymamıştır.
Almanya’nın manevi mimarlarından Bismark;
“Ya Muhammed(s.a.v) sana muasır olamadığım için üzgünüm. Keşke gelsen de bir kahve içimi kolaylığında insanlığın yığın yığın proplemlerini bir kere daha halletsen ” diyerek bir hakikatı haykırmıştır.
İnsanlığın, mecalinin tükenmek, nefesinin kesilmek, son nefesini vermek üzere olduğu bir zamanda O’nun nurlu ufuklardan gelişini;
“Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi
Kumdan, ayın ondördü bir öksüz çıkıverdi”
sözleri ile dile getirir Akif.
Şimdi on beş asır oldu.
Yani bundan tam onbeş asır evveldi…
Gözyaşı vadisi Mekke, o gün hiç olmadığı kadar güzeldi…
Kızgın çöl, güneşin harlı ateşlerindeydi.
Mekke’yi çevreleyen kayalıklar gün boyunca içtiği şiddetli sıcağı geceye taşıdılar.
Onun içindir ki çölde gecenin, bağrı yanan günden farkı yoktur.
O günün Mekke’sinde yanan sadece ne gün, ne gece ne de çöldür. Mekke’de zayıflar, köleler, kızlar da yanmaktadır. Çölde bütün haşereler ağızlarını açmış, gözlerini göğe dikmiş, bir damla su dilenmektedir. İnsanlığın, merhamet memeleri çekilmiş, sevgi pınarları kurumuştur.
Geceleri çöllerde çığlıkları duyulurdu zavallı kızların.
Havada bir ağırlık, ufuklarda muştular vardı.
Ukaz Panayırı’nda;
“Ey insanlar!..
Geliniz dinleyiniz belleyiniz, ibret alınız, yaşayan ölür, ölen fena bulur…
Yağmur yağar…Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır; gölgesi başımızın üstünde,” diyen Kus b. Saide’ler vardı.
İnsanlık O’nu arıyor, O’nu bekliyordu
Ve bir gece … …
Karanlıkta bir gül açtı.
Sene 571… Mevsimlerden bahardı… Hz. Amine muştularda, dünya doğum sancılarındaydı?…
Mekke’de sabah oluyordu…Mekke’de ufuklar ağarıyordu… Sonsuz ufuklardan bir sultan belirdi ve dünya yeniden dirildi
Karanlığın pençesinde kıvranan insanlara hayat çeşmesinin ufku göründü. Gelişiyle şafakların çehresi güldü… Ufuklar bir bir ağardı ve dünyamız gül yağmurlarında ıslandı.
Göklerde görkemli şölen…Yer, güzellik banyosunda yıkandı. Mekke’nin kalbi Kabe, nefes alıp vermeye başladı.
Ve Ufukların Sultanı kırk yaşına vardı…
Hira… Göklerin güzelliğini kucaklayan dağ. Her zerresinden ışık fışkıran nurdan otağ… Hira dağında bir kutlu inziva…Hz. Ebu Bekir, Hz. Hatice, Hz Ali, Hz Bilal birer ikişer ona koştu.
Mekke’nin ileri gelenleri, Ebu Talib’e koştu “Yeğenine ‘dur’ de. Birliğimizi, dirliğimizi bozuyor. Kölelerimizle bizi bir tutuyor. Çobanla sultan eşitmiş, insanlar tarağın dişleri gibiymiş. Putlar da neymiş?”diyor.
“Bunlarda bizim ağırımıza gidiyor.”
Ebu Talip; “Yeğenim gel bu sevdadan vazgeç. Seni sultan yapacaklar, önüne servet yığacaklar.”
“Amca! Bir elime güneşi diğer elime ayı koysalar ben bu davadan dönmem”
Kureyş çıldırdı… İşkenceler başladı…
Mekkeliler, zulüm ve cinayetle inananların üzerine geldiler.
Mekke meydanlarında, kavuran güneşin altında; çıplak tenler üzerinde demirden elbiseler…Kızgın kayaların altında ezilenler, boynuna ip takılıp sürüklenenler, yüzüne tükürülenler, yuhalananlar…ardı arkası gelmeyen işkence seansları…
Dönen yok… Ve Müslümanları bir mahalleye hapsettiler.
Ebu Talip’in mahallesi… Giriş-çıkış yasak…
Tecrit günleri… Çocuklar gündüzün sıcaklığından ölmekteydi. İnananların annesi Hz. Hatice ve karanlıkta durarak aydınlığı savunan adam Ebu Talip, gül devrini görmeden gittiler.
Hz. Bilal o günleri anlatırken; “O yıl bitmeden beş yıl yaşlandık, bunaldığımız yıllardı” diyor.
Her şeye rağmen Müslümanlık, kum denizinde yürüyen bir dağ gibi ilerlemektedir.
Mekke’nin ileri gelenleri Hz Muhammed (sav)’in öldürülmesi için Hz Ömer’i görevlendirdiler. …
Ömer gelirken, Bilal kapıyı kapatıp sürgüledi.
Güllerin Efendisi; “Bir peygamber kapısını kapamamalı ya Bilal”
Çile bir sıcak su gibi yükselmekte ve Mekke müslümanlara dar gelmektedir.
Medineliler, Akabe’deki buluşma yerine çöl kekliği gibi hafiften süzüldüler ve Müslümanları Medine’ye davet ettiler.
Tehcir günleri…
Göç başladı…
Dinler tarihindeki iki büyük yolculuktan biriydi bu.
Adımlar zamanı başlattı.
Binlerce yolcunun ayak izleri silindi gitti ama dünya durdukça o adımların izlerini kimse silemeyecekti.
Mekke’nin ileri gelenleri kovandaki kraliçe arıyı ellerinde tuttukları sürece diğerlerinden endişe etmediler.
O (s.a.v) Medine yollarında…
Ve Medine yollarda… Mutluluk türküleri var dudaklarda;
“Ay doğdu üzerimize Veda tepelerinden
Şükür gerekti bizlere Allah’a davetinden
Sen bu şehre şeref verdin Ey sevgili hoş geldin”
Keşke biz de pek bunaldığımız şu günlerde Medineli çocuklar gibi O’nu çağırabilseydik.
Denedim… Kendimde o mecali bulamadım.
Seslendim… Sesim kısık. Ben de sesi kapısında makbul olanların sesiyle seslendim.
“Gel Ya Rasulallah! Yaşlı dudaklar gülüşünle gülecek, ayağını bastığın yerde ümitten tomurcuklar bitecek, yüzbinlerce Mehmet’in ve Muhammed’in beklediği şu anda “sulh” adlı atını “ihtilâf” tepesine sür.
“Gel…Ey Medine varlığına bir peçe Ravzâ!.. Elmacık kemiklerini, güneşe fer veren gözlerine perde yapan nikaplı güzel! Sen bir yere, bir zamana, mahsus olamazsın.”
“Artık varlığına gül; güller açılıp âlem bir hoş olsun. Gamzende çiçekler açtıkça açsın ve sâbâ rüzgârı uğradığı her yerde o kokuyu sürünsün gezsin…”
“Ey ak alınlı, açık yüzlü, serverler serveri!.. Bilsen, gündüzlerin bulandığı, gecelerin karardığı şu günlerde, eğer canı dudağına gelmişlere bir nazar ediversen, rengi solmuşlara, yolda kalmışlara da hayat olacak bakışın.”
“Sen firûze kubbeler üzerinde elden ele gezen gül! Al yanaklı Süheyl yıldızına öyle bir şarkı söylet ki, gecenin kadehi karanlığa dökülsün.”.
“Doğ ruhumuza bizi hasretle yakma.”