Delik ayakkabılar vurdu beni
“Üzerini kapamışlar, ayakları mahcup çocuklar gibi birbirine bakıyor. Ayakkabılarının altı delik… Kızı bağırıyor bir yandan, “Babam o benim” diye… Depremde en yakın arkadaşının ölüm haberini yıkık bir apartmanın önünde almış biri olarak çok iyi anladım duygularını o an.
Hani vurulmuş olsa sadece, bir hastaneye götürme süreci olsa, son söz söyleme gibi bir şey, yani küçücük bir umut, azıcık bir şey! Ama yok! Vurmuş, duygularına insanlığına şalteri indirip, boynuna sıkmış ve gitmiş, iş bitmiş orada… Öylece yatıyor yerde, üzerindeki beyaz kâğıtta henüz sıcak olan kanı var…
Belki daha önce böyle bir şey yaşamamış olmamdandır üzüntümün bu kadar yoğun olması. Uğur Mumcu öldürüldüğünde çocuktum, Ahmet Taner Kışlalı’da 15 yaşındaydım, Dünya pek de umurumda değildi… İstanbul’da değildim, hiçbirini tanımazdım, demokrasi, hak, hukuk nedir? Önemsemezdim, anlamazdım…
Ama Hrant Dink’i tanıyordum, birlikte Fransa’ya gitmiştik, ciddi ama çok samimi bir insandı.
Şimdi o gitti benim gözlerim yaşlı, karşıdaki teyze yorganlarını silkeliyor daha temiz yataklarda huzurla uyumak için, ben uyurken huzursuzum, yorgan yastık kâr etmiyor. Uyanınca aklıma geliyor, hem onun ölümü hem de insanların duyarsızlıkları…
Hangisi daha acı bilmiyorum…
Meseleyi bir dedektif profesyonelliği ile kim nasıl yaptı diye düşünemiyorum henüz, ya da Türkiye’yi nasıl etkileyecek gibi stratejik öngörülerde bulunamıyorum. Henüz meydanlarda yürüyecek gücüm de yok, çok üzgünüm…
Her geçen gün, bu ülkeye, sadece devletine değil, yapıp ürettiğiyle değil, ırkıyla övünen milletine de olan inancım biraz daha azalıyor…”
Yukarıdaki çarpıcı ve bir o kadar da düşündürücü cümleler; üniversite mezunu, 2,5 yıl ABD’de alanı ile ilgili çalışmalar yapmış ve halen bir üniversitede master programına devam eden, Hrant Dink’le beraber Abant Paris toplantılarına katılan, Selma Şevkli’ye ait.
Gencecik bir kızımız ağlıyor.
Yüksek tahsilini Amerika’da yapmış ve pozitif katkılarda bulunmak için ülkesine dönmüş, gelir gelmez de geleceğe ait umutlarının beyaz kanatlarına kan damlamış bir kızımız.
Bu genç kızımızın ülkesinin kaldırımında yatan bir yetime ağladığını düşünmüyorum. Ben asıl onun daha gelir gelmez umutlarının, hayallerinin, beklentilerinin yetim kaldığına ağladığını düşünüyorum. Bir kurşun bir hayata değil milyonlarca umudun kalbine sıkılıyor.
* * *
Kumkapı’da tarihî Meryem Ana Kilisesi’ndeki cenaze merasiminde, konuşmasını yaparken Patrik Mutafyan gözyaşlarını tutamıyor.
Gözyaşlarının sadece kilisenin ortasında duran cenaze için olduğunu sanmıyorum ama “Allah ülkemizin esenliğini korusun, vatandaşlarımızın kardeşlik sevgisini güçlendirsin, dünyaya barış bahşetsin ve insanların yüreğine sevgi tohumları eksin. Kötülük yok olsun, ümitsizlik uzaklaşsın ve Allah’ın kutsal iradesi her yerde hakim olsun” sözlerinin siyah sakallarından süzülen yaşlarla ıslandığını hepimiz gördük.
Yüreği sevgi dolu bir patrik ağlıyor
* * *
“Ben öyle demedim” diyor, “Yanlış yorumlanıyor sözlerim” diyor ama dinleyen yok, susturulmasına karar verilmiş ve susturuluyor.
Bir insanı kalabalıklar içinde ürkek bir güvercin haline getirip sonra da yuvasından uçuracaksınız, geride yavrularını yetim bırakacaksınız ve siz bunun adına ‘vatan sevgisi’ diyeceksiniz.
Tuzladaki yetimhanesi elinden alındığında, elleriyle orada diktiği ağaçların hasret ve sevgisini her vesileyle dile getiren bu insanın yüreğindeki sevgiyi anlayamadık, onu yeteri kadar konuşturmadık, onu dinlemedik.
Yetimin başını okşamayı hiç düşünmedik.
Hrant, bir yetimdi, yetimhanelerde büyüdü. Kendisi gibi bir yetim kızla, Rakel’le evlendi. Yıllar sonra birlikte, aynı yetimhanede idarecilik yaptılar.
Geçmişlerini hiç unutmadılar. Hep sade yaşadılar. Çocukluklarında mahrum kaldıkları pek çok mutluluğu hem yuvadaki çocuklara hem de kendi çocuklarına vermeye çalıştılar.
Balkondan “O benim babam” diye bağıran yetim bir kız ağlıyor.
Şimdi, seninle birlikte camide mevlit dinleyen, milli maçlarda gol attığımızda seninle birlikte ayağa fırlayan bu insanın çocukları da yetim kalıyor.
Ülkemizdeki azınlıklar aslında bizler için birer kültürel zenginliktir ama ne yazık ki biz bunun farkında değiliz. Zenginliklerimize sahip çıkamıyoruz. Türkiye bu zenginlikleriyle bütünleşmeyi başaramaz ise dünya ile kucaklaşamaz.
Bulunduğumuz coğrafyanın insanlarına, dünya yeteri kadar güven duymuyor. Bizim ülkemiz güven ve emniyet vermeli. Güvercinler de bize güven duymalı.
Farklılıkları düşman gören anlayışa karşı mücadele etmemiz lazım. Biz bu ülkede birlikte yaşamayı beceremezsek, kim, nerede, hangi ülkede bunu başarabilir.
O bizden biri idi. Ermeni bir Türk vatandaşı idi. Yaklaşık 10 yıl önce Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda katıldığı bir toplantıda söylediği gibi, “Türkiyeli, Ermeni ve iliklerine kadar Anadolulu” idi.
Çocukluğunda, kim bilir kaç defa bu şehrin kaldırımlarında üşümüştü. Yırtık ve eski ayakkabılarıyla, vitrinlerdeki elbiselere ya da nefis yiyeceklere bakarak, iç geçire geçire kaç defa yürümüştü. Çelimsiz ve dermansız ayaklarıyla kaç kere düşmüştü bu kaldırımlara.
Şimdi kaldırımlar ağlıyor.
Aradan geçen yarım asır onda hiçbir şey değiştirmemişti. İşte yine üşüyordu o kaldırımlarda, yine düşmüştü yüzükoyun kaldırımlara ve yine delikti ayakkabıları. Ayakkabı alacak kadar parası olmadığını düşünemiyorum ama bence o çocukluğunun acı hatıralarını unutmak istemiyordu.
Ben hâlâ oradayım, üzerine kan lekesi bulunan bembeyaz kâğıtlarla örtülmüş cesedin yanındayım. Yüzükoyun buz gibi kaldırıma uzanmış yatıyor. İki öksüz çocuk gibi ayakları birbirine bakıyor.
Hrant’ı ensesinden vurdular; beni de delik ayakkabıları kalbimden vurdu.
En anlamlı en cesur manşeti gazetemiz attı.
Hrant’ımızı kaybettik.
Not: Hafızalarımızda, dönemin Yunan Dış İşleri Bakanı Paparen ile estirdikleri Türk Yunan dostluğunun ılık rüzgârları kalan İsmail Cem’e de Allah’tan rahmet diliyorum.