Buruk Ramazanlar
Geçen gün
hüzünlü gurbetteki Hak dostunun Altunizade’deki ikametgâhına uğradım. Oturduğu
yer bomboştu. Kanepeler kederliydi. Üzerine ayrılığın melali çökmüş her bir
eşya hazin hazin hıçkırıyordu.
‘Havuz tehi,
bülbül hâmuş’
Gözlerim
şahitlik etti gönlümün hazin ağlamalarına. Gurbette Ramazan ne hicranlarla
geçiyordur diye düşündüm.
Eve
geldiğimde Osman Şimşek Bey’in Yanık
Yürekler kitabından ‘Hüzünlü Gurbet’in Buruk
Ramazanlar bölümünü yeniden okudum.
Gidebildiğimiz
günlerde pek çoklarına bizim de şahit olduğumuz hazin hatıralar doldu gönlüme.
Kutlu ay
ufukta göründüğünde ne zorlukla oruç tuttuğunu bilen sevenleri, günlerin kısa
olduğu bir bölgeye gitsek teklifinde bulunur ise de; “böyle bir şey caiz olsa
da oruca hile karıştırma sayılır gibi geliyor bana, şu ahir ömrümde Allah’tan
utanıyorum” derdi.
Doktorların;
“Efendim oruç tutmanız tehlikeli olabilir,” telkinlerine de;
“Doktor bey
ben asıl oruç tutmazsam ölürüm” diye cevap verirdi. .
Hemen her
gece bir iki saat dinlendikten sonra kalkarak , hiç aksatmadığı teheccüd
namazını kılıp ümmet-i Muhammed
(s.a.v)için uzun uzun dualar etmek âdetidir.
Hele
Ramazanın son on günü gecelerin kirpikleri uyku nedir bilmez.
Hemen her
gece sahur vaktinden 45 dakika önce kapısı salona açılan odasından çıkar.
Sahur yemeği
ile birlikte, elindeki insülin ve diğer ilaçlarla gün boyu şeker ve
tansiyonunu dengede tutabilmenin derdine
düşer.Bazen gözlerini kapayıp kendini Anadolu’da ya bir şadırvan başında ya da
saf bağlamış pırıl pırıl insanlar arasında hayal eder. Bulunduğu yerde Süleymaniye,
Sultan Ahmet, Fatih gibi mabetler, minareler, mahya ışıkları yoktur. Gürül
gürül mabetlere koşan insanlar da yoktur.
Bazen
televizyondaki sahur programlarıyla teselli olur. Okunan ezan ve Kur’anları
dinler. Samimi konuşan insanları dinledikçe mutlu olur. Dünyanın dört bir yanına yayılan Işık
Süvarilerinin fedakârlıklarını gördükçe duygulanır, hayır dualar eder.
Hele
ömürlerinin baharındaki evlatlarını yâd ellere yollayan fedakâr anne-babaları
gördükçe, evlatlarının ardından bir ağıt gibi yükselen samimi sözlerini
dinledikçe gözyaşlarını tutamaz.
Sahur
sonrası okunan mukabeleyi gözleri kapalı huşu içinde dinler.
Sonrasında gücü
yettiği kadar misafirlerle ilgilenir, yapılacak işleri konuşur, dert dinler.
Öğle namazından sonra halsizlik kendisini
bütünüyle hissettirmeye başlar. Ayağa kalkacak derman bulamaz. Çoğu zaman
namazını en arka safta zorlukla tamamlar.
Ramazanda
bütün dünyada ki Işık Süvarilerine can suyu gibi gelen ikindi sohbetlerine ara
verilir. Gurbetin sarışın ikindilerine yağan bereketli yağmurlar bir aylığına
kesilir.
Gün guruba
kayınca artık başını taşıyacak mecali kalmaz.
Herkes yanındaki hurma ve suyla o ise elindeki insülin iğnesiyle iftarı
bekler.
Ah o iftar vakitleri… Hüzünle hayranlığın iç
içe girdiği anlar…
Oturduğu yere
yaslanır, başı bir tarafa düşmüş vaziyette durup ezanı bekler.
O anda bile
dudakları kıpırdar durur.
Etrafındakilerin;
“Ne olur
Allah’ım! Sadece senin rızanı arayan ve ona ulaşmak için bunca sıkıntıyı şerbet
gibi yudumlayan şu kulunun dualarını kabul eyle” dediklerini duyar gibi olursunuz.
İftar
sonrası daha orucun sarsıntısı geçmeden talebelerle ders okumaya başlar.
Teravih namazını
odasında bir başına hatimle kılar. Onu
teravihi kılarken görme şansınız varsa
çevresini saran deruni havayı
hissetmemeniz mümkün değildir.
Oldukça uzun
süren kıraatini gücü yettikçe ayakta tamamlar.
Bazı teravihlerde
dört cüz okuduğu bile olur. İnsan ister
istemez kendi namazlarını yeniden düşünür.
Bir gece odasından
oldukça erken bir vakitte her gece ruhların, mor pembe ışıklarla kuşatıldığı,
ötelerden gelen esintilerle beslendiği, seccadelerin gözyaşlarıyla ıslandığı o
bereketli salona çıkmıştı.
Ana yüreği
kadar sıcak salonda üç beş gönül eri namaz kılıyordu.
Işıklandırılmış
dünya haritasından loş mavi bir ışık yayılıyordu etrafa.
Başını
duvara dayadı. Yorgun ve bitkindi. Yitiğini arıyor gibi bir hâli vardı.
“Konya’dan
biri var mı” dedi.
Diğer
odadaki Konyalı doktoru çağırdılar.
Doktor Bey,
“Sizin orada şu boyda, siması şöyle, kılığı kıyafeti böyle, ” birisi var mı?”
dedi.
“Böyle birini
hatırlamıyorum efendim” dedi doktor bey.
Aradan üç-beş
gün geçmişti ki doktor bey elinde bir dosya ile geldi.
Dosyadaki
fotoğrafları bir bir Hak dostuna göstererek; “Efendim aradığınız zat bunlar
arasında var mı?” dedi.
Hak dostunun
bir fotoğrafa mıhlandı mübarek gözleri. Parmağını bir resmin üzerine koyarak; “İşte!
Aradığım zat budur, bu zatı tanıyor musunuz doktor bey?” diye sordu.
Doktor bey anlatmaya başlayacaktı ki birden durdu.
Efendim! Bu
zatı size anlatacağım ama Allah aşkına gecenin o saatinde onu neden sordunuz,
tanımadığınız bir zatla neden bu kadar alakadar oldunuz?” dedi.
“O gece bir
rüya gördüm. Her devrin büyüklerinin toplandığı, her devrin sahiplerinin
sırayla söz aldığı bir yerdeydim. Sıra asrımızın büyük çilekeşi, büyük dava adamına
gelmişti.
Ayağa kalkıp
konuşmaya başladı. Ses tonundan, duruşundan çok hasta olduğu belliydi.
Ara sıra bir
yere tutunma, birisine dayanma ihtiyacı
hissediyordu.
Her
sendeleyişinde işte bu zat yerinden bir ok gibi fırlıyor ve büyük çilekeşe
destek veriyor, düşmesine mani oluyordu.
Oysa
asrımızın en meşhur âlimleri, önde gelen dava erleri, iman hizmetine sahip
çıkanların ilkleri de o mecliste bulunuyordu.
Ne var ki
asrın sahibi hiç birine değil de işte bu zata dayanıyor ve ondan destek
alıyordu.
Bu manzarayı
görünce “bu zat kim ki yüce Hak dostu ondan destek alıyor ondan güç ve kuvvet
alıyor?” dedim.
Bu zatın Hak
katında makbul bir insan olduğu ve duasının alınması gerektiği hissi doğdu içime.
Onu makbul bir kul haline getiren bir yanının olduğunu ve bunun nazara
verilmesi gerektiğine kanaat ettim.
Göz
pınarlarından taşan yaşlar, Konyalı rakik doktorun yanaklarından süzülürken;
“Efendim o
bizim terzi ağabeyimizdir. Kendisini yirmi senedir tanırım. Onca yıldır hep
iman hizmetinde koştuğuna şahidim. Ailesini zar zor geçindirir, fakircedir.
Toplantılarda
en arkada bir yerlere oturur, sessiz, sakin durur.
Konuşmacı
kardeşimizin; ‘Ağabeyler! Şu kadar burs bulamazsak şu kadar talebeye nasıl
bakarız, bu binayı bu yıl yetiştiremezsek Allah’ın bize bir emaneti olan şu
kadar talebeyi nerede barındırırız, bahtınıza düştük…’ gibi sözleri duyulunca
bazen salonda derin bir sessizlik olur herkes başını öne eğer.
Herkesin
sustuğu herkesin başını önüne eğdiği bir anda, işte o anda o ana değin hiç
varlığı bile hissedilmeyen Terzi Ağabey’in sesi yankılanır salonda;
‘Yiğidim! Şimdiye kadar hizmetleri biz mi
yaptık sanki. Hangi okulun, hangi yurdun temeli önceden hazır edilen bir parayla
atıldı. Biz temellerde harç yerine gözyaşı, dert, ızdırap ve sancı kullanmadık
mı? Darda kalıp dua dua yalvardığımızda Allah’ın yardımını yanı başımızda
bulmadık mı? Hiç merak etme sen bunları da buluruz…’ diyerek bir aslan gibi
kükrer ve hizmetin ortada kalmasına mani olur.”
Doktor bey
anlatırken gözü yaşlı Hak dostu çok duygulanır. İç çeke çeke ağlayarak;
“Demek ki o
dostumuz sadıklardanmış, sıdk makamına ulaşmış, demek ki asrın çilekeşi Nur
Adam’ın ona dayanması ondanmış.
Doktor bey
yerinizde olsaydım ziyaretine gider, duasını alırdım diğer arkadaşları da onun
gibi sadık olmaya çağırırdım.”
***
Geçen gün
hüzünlü gurbetteki Hak dostunun Altunizade’deki ikametgâhına uğradım. Kanepeler
kederliydi. Üzerine ayrılığın hüznü çökmüş her bir eşya hazin hazin
hıçkırıyordu. Gurbette Ramazanı ne
zorluklarla ne hicranlarla geçiyordur
diye düşündüm.
Gözlerim
şahitlik etti gönlümün hazin ağlamalarına