Bir rüyaydı geçti ömür
Puslu , yağmurlu bir İsatanbul’un akşam alacasında ıssız bir sokakta bir başına yürüyordu. İnce yazlık pardesüsünden geçen yağmur iliklerine kadar işlemişti. Yağmur damlaları, siyahı iyice azalmış saçlarından, saçaklardan dökülen sular gibi iniyor, kaşlarında, bıyıklarında biriken damlaları sık sık eliyle siliyordu.
Karanlıkta, sadece sesi duyulan ve sadece kendi üzerine yağıyormuş intibaı veren yağmur, farların ışığında birden ortaya çıkıveriyor, yolun aydınlığına düşen damlalar, sert zemine bir lastik top gibi çarparak, yukarıya doğru zıplıyor ve sonra mecalsiz bir halde yerde yatıp kalıyordu.
Adımları ağırdı.
Bir yılın daha son günleriydi. Ne çabukta geçiyordu yıllar, nasıl da geçmişti yarım asrı aşan bir ömür.
Oysa ilkokulu daha yeni bitirmiş, köyünden daha dün ayrılımış gibiydi. Anası hala siyah gözlerinden öperek onu uğurladığı o kerpiç evin önünde öylece bekleyip duruyordu sanki.
Günler haftaların , haftalar ayların, aylar yılların içinde erimiş ve o elli beş yaşına gelmişti.
Sanki her bir yılın sırtına sardığı elli beş cenaze ile birlikte yeni bir yıla giriyordu.
Yağmur hızını gittikçe arttırıyordu.
Önündeki parkın içine daldı.
Park ıssızdı.
Nedense bu gün yalnız olmak hoşuna gidiyor, kendisi ile başbaşa kalmak istiyordu.
Parkı bekleyen ağaçlar, çimler, loş ışıklar kendilerini yağmura bırakmış derin bir teslimiyet içinde muttasıl ıslanıyordu.
Titrek dallarında tek-tük yaprağı kalmış, mütevekkil bir derviş gibi ısalanan bir ağaca mıhlandı gözleri.
“Bu ağaç da bir zamanlar nazlı bir dal’mış; kim bilir ne fırtınalar, ne kışlar görmüştür. İlk baharda tomur tomur açıp, koca bir yazı geride bıraktıktan, sonbaharın son darbelerine bile bunca direndikten sonra şimdi, sokaklarda sabahlayan evsiz bir insan gibi kendini kışın buz gibi kollarına bırakmış olan bu ağaçla her halde aynı yaşlardayızdır” diye düşündü.
Ne çabukta geçmişti mevsimler, nasıl da geride kalmıştı yıllar.
Aynaların, saçlarının aklığını olur olmaz anda yüzüne vurmasından muzdaripti.
Birkaç ay önce doğan sevimli torunu İhsan da yakında ona ‘dede’ demeye başlayacak, ağaran saçlarından sonra yeni bir ihtarcı gibi yaşlılığını yüzüne vurup duracaktı.
Bir nehir gibi akıp giden ömrü, hedefine yaklaştıkça coşan şelaler gibi, sonsuz okyanuslara düşerek, karışıp gidecekti.
Aslında ömür dediğimiz şey bütünüyle ölüme yürüyüş değil miydi?
Gözleri buğulandı.
Asrın Büyük Çilekeşi’nin; “Eyvah, aldandık…”sözlerini hatırladı.
Ömür bu kadar kısa, zaman bu kadar hızlı mıydı?
Gönlünde aydınlık bir sevgi büyüttüğü, bir gül gibi üzerine titrediği insanlardan beklediği vefayı görememenin derin burukluğu vardı içinde.
‘Batıp gidenleri sevmem’ diyen Hazreti İbrahim ne kadar da haklıydı.
Her yıl ocak ayının ilk haftasını kasıp kavuran zemheriler, alaf alaf esti gönül yamaçlarında. Kırmadığı dal, dökmediği yaprak bırakmadı.
Bu yağmurlar, mezarlıktaki ıslak servilerin altındaki daracık evlere de yağıyordur, diye düşündü.
Işığını buradan götürmediğin takdirde sonsuz karanlık evlere…
Hep uzaklardan seyrettiği serin servilere komşuluk artık yakındı.
“Keşke, her seher vakti kalbimi, binlerce şafak ışığının oynaştığı sonsuz aydınlıklara yayla yapsaydım. Keşke, her seherde müezzinlerin ‘namaz uykudan hayırlıdır’ sözlerine kulak verseydim. Her seher meleklerin nöbet değişim anındaki yoklamada ‘mevcut’ sayılsaydım” dedi.
Keşkeler, yitip gitmiş bir güzelliğin arkasından dökülen bir gözyaşı, bir iç burkuntusuydu, bir itiraf, bir ağıttı, değeri bilinmemiş bir ana, kalbi kırık gitmiş bir babaydı. İhmal edilmiş bir hizmet, terkedilmiş bir sılay-ı rahımdi.
Hem yağmurun hem de duygularının sağanağında sırılsıklamdı.
Ömrü bir sinema şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden;
“Sabahları bir elinde naylon poşete koyduğu kitaplar, diğer elinde bir odun parçası ile yollara düşerek gele-gide eşiğini aşındırdığı ilk okul günleri, daha dün gibiydi. Yılbaşıları geldiğinde, Türkan Öğretmen tahtaya iki insan resmi çizerdi. Saçları ağarmış, beli bükülmüş yaşlı resim eski yılı; gencecik delikanlı, taze bir yılı canlandırırdı. O yıllarda kendini hep o taze yıla benzetirdi ya şimdi öyle mi?
Bol yıldızlı yaz gecelerinde harman yerinde yattığı günler, diğer harmancıların şamataları, mehtabın doğuşuyla ışık ve gölge oyununa sahne olan harman yeri, seherde esen poyrazla birlikte savrulmaya başlanan tınaslar, öğlenin sıcağında düvenin üstünde, öküzlerin arakasında dönüp durduğu günler…
Bir bahar bahçesinde görülen yaz rüyaları kadar güzel o günler, ne kadar da geride kalmıştı.
Orta okulda okurken, yazları, rahmetli babası ve ağabeyi ile birlikte ateşi, dumanı, tozu, toprağı ile yaz güneşinin altında cehennemi andıran tuğla ocaklarında çalışır, okul masraflarını çıkarırlardı.
Sonra üniversite yılları başladı. Eşiyle birlikte tabutların arasından geçilen tek gözlü bir evde kalıyorlardı. İkisi de daha gençti. Geceleri korkuyorlardı. Bir gece geç vakit geldiklerinde evde ışık yanıyordu. ‘Galiba eve hırsız girmiş’ diye düşündükleri bir anda; anne- babası karşılarına çıkıverdiklerinde ne kadar da sevinmişlerdi. Hırsız evlerine girse bile götürecek bir şey bulamazdı ya; o anda bunu akıl edememişlerdi. Üç ocaklı set üstü ocağı bile çok sonraları rahmetli Halit dedesi alıvermişti. Yemekleri piknik tüpünde yapıyorlar, misafir geldiğinde komşulardan bardak, tabak topluyorlardı.
Hele o günlerde, Anadolu insanın içine yeniden ezan coşkusu salan aydınlık insanla tanışması, bir ömre bedeldi.
Darlık günleriydi ama şimdiki ferah günlerden çok daha güzel, çok daha saadetligünlerdi.
Sonra Antalya günleri başlamıştı. Antalya güzel bir şehirdi. Ama şehre asıl güzellik katan, konuşmaktan ziyade koşmayı seven küheylanların çokluğu idi.
Gecesinde ayrı, gündüzünde ayrı koşulurdu.
Hafta içi okul, öğrenciler… Hafta sonu Korkuteli senin, Elmalı benim…
Sonra Van günleri…
Lisede öğretmenlik… Cuma günleri Ezberciler Camii’nde, yitik bir neslin ızdırabıyla ve gençliğin verdiği heyecanla yaptığı coşkulu konuşmalar…
Utana sıkıla, terliye terliye; ” çocuklarımızı dağlara kaptırmayalım” diye dükkan dükkan dolaşılarak burs, battaniye, nevresim, erzak istenilen günler.
Van Gölü’nün kıyısında, doğunun yalçın kayalıklarından fışkıran kır çiçeklerine kucak açan okul… Köylerden, mezralardan gelen çocuklar için barınacak yurt… Doğu’nun sesi ilk özel televizyon…
Bir akşam vakti Hakkari’ye giderken elleri kaleşnikoflu, poşulu insanları görünce; ‘galiba buraya kadarmış ‘dediği günler..
Ne güzel günlerdi.
Afrika fatihi Ukbe b. Nafi’leri yetiştiren dahi kumandan Amr b. As’ın ömrünün son günlerinde söylediği;
” Keşke ömrümü Allah yolunda dolu dolu yaşadığım, harp meydanlarında gözümü kırpmadan koştuğum günlerde ölseydim.”sözlerini hatırladı.
‘İyi ki’ler, bir görevini yapmış olma, bir duruş, bir gönül huzuruydu.
” Ah! O güzel günler, o hizmet günleri, kendimizi, çoluk-çocuğumuzu düşünmeye fırsat bulamadığımız, sevgi ve kardeşliğin püfür püfür tüttüğü günler… Meğer yaşanacak günler o günlermiş.”
Oradan buradan yeni bir yılın ayak sesleri geliyordu. Yağmur aralıksız yağıyordu.
O güzel günlerin özlem ve hasret ateşine düşüyordu damlalar.
Akşamın alaca karanlığında ıssız bir sokakta bir başına öylesine yürüyordu.
Onca yükü taşımaktan mecalsiz adımlarla …
Yağmur da hızını gittikçe artırıyordu.