HARUN TOKAK

Beyaz Saray’da siyah bir rüya

Bağrını yumruklar kışın sert rüzgârları…

Göğüs kafesi bir körük gibi inip kalkmaktadır.

Gözlerinin feri gitmiştir.

Artık iyice yaşlanmıştır…

Ömrünün sonuna geldiğini fark eder.

Ağır ilaç kokulu hastane odaları basar bağrına onu.

Tedavisi uzadıkça, ziyaretçileri de azalır.

Valilik yılları, başkanlık yarışları hepsi geride kalmıştır.

Yalnızdır…

Acı ve ağrıları ile başı dertte olduğu bir gün, yattığı hastahane odasının kapısı çalınır.

50 yaşlarında siyah ve kibar bir kadın girer içeri,

kendini tanıtmasına gerek yoktur,

bu kadın zihnine kazınmıştır adeta.

Acılar içinde kıvranmaktadır.

Ama ona asıl acı veren karşısında duran kadına vaktiyle yaptıklarıdır.

Birkaç gün önce Başkan Bush, Beyaz Saray’ın kapısında Barack Obama’yı karşıladı.

Beyaz Saray’da bir siyah…

Dün, sadece bir hayal…

Bu gün bir gerçek…

Gerçekleşen bir düş…

Sabah aydınlığında “siyah” ve gerçek bir rüya…

Aslında Dostoyevski’nin “Beyaz Geceleri”nde hayal ettiği birlikte yaşama bu değil miydi?

Finlandiya Denizi’nin sahillerinde; gece ile gündüzün kol kola girerek sabahlara kadar hem de hiç yorulmadan gezintiye çıktıklarını görünce; “Bu güzel gökyüzünün altında nasıl insanlar bir birine kötülük besleyebilirler.” diye düşünmüştü.

Sibirya’nın sürgün kamplarında; buz tutmuş buğulu camlardan şubat güneşinin ölgün ışıklarının, ölmek üzere olan veremli Mihael’in hala ayaklarında duran prangalara vuruşunu görünce, umut feneri sönen Dostoyevski, o umutsuz günleri “Ölüler Evinden Hatıralar” adlı eserinde anlatırken sanki içindeki bütün umut dağları yıkılmıştır.

Ama Amerika’daki siyahlar, “her şey bitti” dedikleri anda bile hiçbir zaman umutlarını yitirmediler.

Işığı beklemesini bildiler.

İçlerinde intikam değil, umut beslediler.

Özgürlük ateşlerini kin ve nefret kasesinden içerek değil, inatla, azimle, sevgiyle beslediler.

Militan ruha asla izin vermediler.

Tek başlarına bu uzun ve yorucu yolu yürüyemeyeceklerini çok iyi biliyorlardı.

Yanlarına beyazları da aldılar.

Irkçılığa karşı çıkan beyazları.

İçlerinde insan sevgisi olan beyazları.

Geriye hiç bakmadılar.

Hep ileri…

Kendilerini kimliklerinden koparan “Beyazlara mahsustur” yazılarına amansız bir şekilde karşı çıktılar.

Ama asla teröre, tahribe yönelmediler.

Hep haklı ve masum olduklarını ifade ettiler.

Onlar özgürlüğün siyah süvarileriydiler.

Adalet, sular gibi çağlamadıkça, haklar, gür nehir gibi akmadıkça haklı davalarından asla vazgeçmeyeceklerdi.

Acı çekmeden kazanılan başarıların, gelip geçici olduğunu çok iyi biliyorlardı.

En önemlisi de nefrete, sevgiyle karşılık vereceklerdi.

Ne yaparlarsa yapsınlar beyaz kardeşlerini hep seveceklerdi ama asla boyun eğmeyeceklerdi.

Olimpiyatlarda altın madalya aldıklarında Amerikan bayrağı ellerinde coşkuyla koştular.

Bu ülke bizim dediler.

Bu ülke hepimizin…

İçlerinde hep güzel günlerin hayallerini büyüttüler. Umutsuzluk dağlarını yonttular.

Umuttan bir anıt yaptılar.

Özgürlüklerinin önündeki dağlara tünel kazdılar,

derin vadilere viyadükler kurdular…

Ve ışığın göründüğü ufka doğru yürüdüler.

Şimdi Beyaz Saray’da; Beyaz Bush’la Siyah Obama el ele tutuşarak dolaşıyorlar, objektiflere birlikte gülümsüyorlar.

Bu fotoğrafın insanlık barışı adına çok değerli olduğunu düşünüyorum.

Daha dün beyazların okuduğu üniversitelere alınmayan, beyazlarla aynı otobüste oturamayan, aynı sinemaya aynı tiyatroya gidemeyen, aynı restorantta yemek yiyemeyen bu insanlar değil miydi?

Şimdi Beyaz Saray’ın koridorlarında birlikte yürüyorlar.

Rosa Parks, başına bir beyaz dikildiği an oturduğu otobüsün koltuğundan kalksaydı, o beyaza boyun eğseydi, bu gün Obama, Beyaz Saray’daki koltuğuna oturabilir miydi?

Çok zor…

Ama onlar hayalleriyle zoru başardılar.

Marin Luther King, 1963 yılında, “bir hayalim var” adlı tarihi konuşmasında; “Georgia’nın kızıl tepelerinde bu günkü kölelerin çocuklarıyla, köle sahiplerinin çocukları el ele tutuşarak yürüyecekler ve aynı sofra etrafında kardeşçe oturacaklar.” dediği günler…

İşte tam da o civcivli günlerde…

11 Haziran 1963’te…

İki siyah öğrenci Alabama Devlet Üniversitesi’ne kaydolmak için üniversitenin kapısına dikilirler.

İki siyah anıt gibi.

Girişimi duyunca Alabama Valisi George AAAWallace’ın kan beynine sıçrar.

Amerikan toplumunda değişmeye başlayan eğilimin aksine o inançlı ve kararlı bir ırk ayırımcısıydı.

Hem de öyle böyle değil…

İki gencin önüne polis köpeklerini salar.

Başkan Kennedy olayı duyunca Washington’dan müdahale eder.

Wallace onu da dinlemez.

Kennedy, ulusal muhafızları gönderir ama eyalet sınırlarından içeri sokmaz.

Üniversite önünde halka “Ben vali kaldığım sürece buraya tek siyah genç bile adımını atamayacak” diye seslenir. Polis şefleri valiye yaranmak için köpeklerini iki siyah gencin üzerine salmak isterler. Ortalık iyice karışır. Üniversite yönetimi, üniversitelerin özgür oldukları, kapılarının herkese açık olduğunu söylese de vali dinlemez. Kayıtların kapanmasına dakikalar kalmıştır. Vali, üniversitenin kapısında bizzat kendisi nöbet tutmaktadır. Bütün bu olaylar sırasında bir arabada beklemekte olan Malone ile Hood, sonunda arabalarından iner ve ağır adımlarla, soğukkanlı bir şekilde üniversite kapısına yönelirler. Kapının önünde, Vali Wallace ile göz göze gelirler.

Vali kollarını makas gibi açarak “giremezsiniz” der.

İki genç, hiç bitmeyeceğini sandıkları uzun bir süre gözlerini, valinin gözlerine dikerler.

O siyah bakışlar eritir valiyi.

Vali kenara çekilir ve içeri girerler.

İki siyah genç böylece Alabama Devlet Üniversitesi’ndeki siyah ambargoyu kırarlar.

Onlar beyaz adamın karanlık vicdanına düşen iki ak lekedir.

İki kar tanesi

ya da kayaları eriten iki damla gözyaşı.

Hood, bir süre sonra baskılara ve gergin ortama dayanamayıp kaydını siyahların çoğunlukta olduğu Huntsville’deki üniversiteye aktarır.

Malone ise, Alabama Devlet Üniversitesi’nden diplomalı ilk siyah olarak tarihe geçer.

Malone, yıllar sonra bir radyo konuşmasında şöyle der; “O kadar kararlı ve korkusuzdum ki, sadece Alabama’da değil, dünyanın neresinde karşıma çıkarsa çıksın Wallace’ı çiğneyip geçerdim.”

Bugün ABD üniversitelerinde okuyan, başarıyla mezun olan binlerce siyah genç kendilerine kapıların açılmasını sağlayan kişinin, Wallace’ın polislerine ve köpeklerine karşı korkusuzca direnen Malone olduğunu hiç unutmuyorlar.

En başta da Dışişleri Bakanı -Alabamalı- Condaleezza Rice.

Yani Martin Luther King’in düşünü gerçekleştiren siyah.

Şimdilerde herhalde Barack Obama da…

1996 yılına gelindiğinde Vali Wallace artık iyice yaşlanmıştır…

Ömrünün son günleri hastane odalarında geçer.

Tedavisi uzadıkça, ziyaretcileri de azalır.

Kendi kaderi ile baş başadır.

Acı ve ağrıları ile başı iyice dertte olduğu bir gün kapısı çalınır.

50 yaşlarında siyah ve kibar bir kadın içeri girer,

kendini tanıtmasına gerek yoktur,

bu kadın zihnine kazınmıştır adeta.

Siyah kadın, onun perişan halini görünce üzülür.

Bir zamanların ateşin valisi Wallace, acılar içinde kıvranmaktadır.

Ama ona asıl acıyı veren karşısında duran kadına vaktiyle yaptıklarıdır.

“Şimdi düşünüyorum da hata imiş onlar” der.

Malone gülümser ve müşfik bir sesle;

“Affettim gitti” der.

Çünkü yüreklerinde hep sevgi büyütmüşlerdi.

O sevgiyle yürüdüler yarınlara…

O sevgiyle yürüdüler saraylara…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.