Ben geldim siz gittiniz
En son güvenlik kameralarından gördük onları.
Birbirlerinin peşi sıra mahşerin yolcuları gibi hep birlikte yürüdüler
Görevli tek tek kontrol etti ölüme kesilmiş biletleri.
Pembe kundağında, anasının kucağında bir bebek belirdi gözlerimizin önünde.
Güzel gözlü, uzun ayaklı ceylan yavrusu… Ceren.
Uyuyordu anasının sımsıcak kucağında. Bir buçuk aylıktı. Isparta Havaalanı’nda onları bekliyordu babası. Hep birlikte babasına, babaannesine gidiyorlardı. Fazla değil bir saat sonra babası onu kucağına alıp koklayacak “Cerenim, ceylanım” diyecekti.
Hava berraktı. Yıldızlar ışıl ışıldı gökyüzünde.
Gece yarısını çoktan geçmişti.
Derken uçak belirdi Türbe Dağı’nın üzerinden.
“İşte göründü uçak geliyor” diye hoş bir esinti yayıldı kalabalığın arasında.
“Melikem!” diye bir sesiz çığlık yükseldi içinden Bülent Bey’in.
Ceren’ini görecekti, ilk aşkına siyah saçlı Melike’sine kavuşacaktı. Öyleyse neden yangınlardaydı yüreği? Buna bir türlü anlam veremiyordu.
Seyrek saçlarında gezdirdi ellerini.
Bülent Bey polis memuruydu. Melike, kiracısı olduğu ev sahibinin kızıydı. Onu ilk gördüğünde ilk oku yemişti yüreğinden. Evlendiler. İlk çocuklarıydı Ceren. Çocuklar gibi mutluydular.
Bundan sonraki mutlu yolculuklarında Ceren’leri de yanlarında olacaktı.
İndi, iniyor derken bir anda gözlerden kayboldu uçak.
Geçen dakikalar kahrediyordu kalabalığı.
Bankın üzerine çöktü Bülent Bey. Kederli yüzünü gömdü avuçlarının içine.
Düşünmek bile istemiyordu ama birkaç gündür Fransız yazar Bernardin De Saint Pierre’nin ‘Pol ile Virjini’nin sevgileri için söylediği sözler geliyordu aklına;
“Onlar o menekşeler gibiydiler ki, dikenleri fundalar içinde onları kimse göremez; fakat onların temiz ve saf sevgilerinin güzel kokuları tâ uzaklardan duyulmaktadır”
“Kokuların geliyor Melikem” dedi.
Ruhunu bir karabasan gibi saran duygulardan kurtulmaya çalışsa da, onlar, hayalinin ellerinden zorla tutarak Virjini’yi getiren gemiye doğru, sahile sürüklediler onu.
“Büyük bir kalabalık sahilde gemiyi beklemektedir. Pol’de koşarak gelir sahile. Gemi sahile iyice yaklaşmıştır. Ama ansızın büyük bir fırtına kopar ve gemi parçalanır. Dalgalar arasında Virjini görünür. Pol;
“Virjiniii” diye bağırır sahilden.
Herkes gemicinin, Virjini’yi kurtarması için seslenir. Dalgalar onu gemiye doğru sürüklemektedir. Gemici, kendini ancak kurtarabilir ve sahile çıktığında; ‘Ya Rabbi sana şükürler olsun, bana hayatımı bağışladın. Fakat o genç kızı kurtarmak için ben canımı vermeye razı idim. O yüksek yaratılışlı kız ki, bir türlü elbiselerini çıkarmaya gönlü razı olmuyordu.’
Kalabalığın feryatları arasında Pol’e takılır gözleri. Pol yapayalnızdır. Acısı yüreğine dar gelmektedir. Hemen annesi belirir yanında ve Pol’e söylediklerine Bülent Bey de kulak kesilir.
“Oğlum, Virjini’yi Allah senin elinden aldı. Her şey Allah’tan. O senin hakkında hayırlı olanı senden iyi bilir. Düşün ki, her doğan için ölmek alınyazısıdır; biz daha doğarken ölmeye mahkûm olarak doğuyoruz.
“Oğlum, ölüm bütün insanlar için bir nimettir; hayat dediğimiz bu dağdağalı gündüzün gecesidir. Zavallı insanları doğduğuna pişman eden hastalıklar, kederler, ızdıraplar, korkular hep ölüm uykusu içinde diner.
“Fakat Virjini her an yaşıyor evlâdım. Görmüyor musun, yeryüzünde hiçbir şey yok olmuyor. Değişen, şekilden ibarettir. Bütün beşerî kuvvet ve sanatlar bir araya gelse, yine bir zerreyi, maddenin en ufak bir parçasını mahvedemez. O halde vücudunun hiçbir zerresi mahvolmayan akıl sahibi, sevgi sahibi, faziletkâr, dindar bir varlık nasıl yok olur? Emin ol ki, şu an Virjini bizim aramızda olduğundan daha mesuttur.
“Bir Allah var oğlum. O’nun varlığını ispata lüzum görmem, bütün tabiat varlığının şahididir. Yarattığı şeyler gözünün önünde olduğu gibi, O’nun var olduğu hissi de senin kalbindedir.
” Hiç zanneder misin ki, Virjini’yi mükâfatsız bırakmış olsun? Senin bilmediğin kanunlarla bugün insanların saadetini temin eden o kuvvet, hiç zanneder misin ki, yine bilmediğin kanunlarla Virjini’nin saadetini temin etmemiş olsun?
Biz ki, hiçbir şeyi kendimize yine kendimiz vermemişizdir ve her şeyi O’ndan, O sonsuz kudretten almaktayız.” der.
Bülent Bey karanlık kabusların elinden kurtarmaya çalışıyordu kendini.
“Pol, Virjini’yle birlikte oturup, ilk kez konuştukları kayaya gider, yalnız başına oturur ve oradan denize bakar. Hıçkırıklara gömülü gözlerle seslenir Virjini’ye
‘Ben geldim sen gittin'”
Bu söz Bülent Bey’in yüreğine bir ok gibi saplandı. Karanlık kâbusların elinden kurtarmaya çalıştı kendini.
Tedirgin bir bekleyiş sarmıştı havaalanını. Zaman karanlığın avucunda erirken, her şey bir bir yok oluyor, her şey kaçıyordu kalabalıktan. Gökteki yıldızlar bile bir bir kayboluyordu.
Safağın ilk ışıkları geldi ama uçak hâlâ gelmedi.
Derken, bomba gibi bir haber düştü gecenin yüreğine. Uçak Türbe Dağı’ndaymış.
Kalabalık umutlarıyla birlikte koştu Türbe Dağı’na doğru.
Bülent Bey herkesten önde koşuyordu. Melikesi, küçük meleği ne olmuştu? Hayatta mıydılar? Yoksa ebediyen bırakıp gittiler mi onu?
Dik yamaçları, patika yolları, kayalıkları geçtiler bir solukta. Ağaçların arasında beyaz bir tabut gibi göründü uçak. Cep fenerini tuttu cesetlere. Melike’sinin melek yüzünü gördü. Siyah saçları savrulmuş beyaz yüzünün üzerine, gecenin koynunda cansız yatıyordu.
Türbe Dağı’nda şafağın bağrını yırttı yanık ağıtlar
“Kalk! Melikem ben geldim, nerde bebeğimiz, hani onu bana getirecektin.”
Sustu şarkılar… Söndü gökteki yıldızlar… Söndü gözlerdeki ışıklar.
Birlikte geçirdikleri güzel günler, Eğridir Gölü’nün kenarında mutluluğa doğru yürüdükleri günler… Hepsi her şey geride kalmıştı.
Birlikte büyütmüşlerdi yüreklerinde sevgiyi. Küçük Ceren’le daha büyük mutluluklara uçacaklardı ama olmadı. Türbe Dağı’na gömüldü mutlulukları. Yüz metre kadar ilerde buldular Ceren’ini. Kucağına aldı meleğini ve Türbe Dağı’ndaki kayanın üzerinden seslendi Melike’sine ve cansız Ceren’ine;
“Ben geldim siz gittiniz”