HARUN TOKAK

Kanlı kar

Süphan ve Ağrı dağları için dededen toruna bir hikâye anlatılır.

Derler ki bu dağlar, bir birine beddua eder. Bedduanın aslı var mıdır bilinmez ama bilinen bir şey vardır, birinin tepesinden kar diğerinden bahar eksik olmaz.

Taze karlar yağıyordu ovaya.

Süphan Dağı, gecenin koynunda vahşi bir hayalet gibi heybetinin beyazlığında süzülüyordu.

Dağın eteklerine kurulu köy yalnızlığa gömülmüş, sessizliğine sığınmıştı.

Koyu bir sis sarmıştı her yanı.

Rüzgâr, gecenin bağrını en sert yumruklarıyla dövüyordu. Köyün korucusu başını yüzünü sarmalamış etrafı kolaçan ediyordu. Oğlu Ali geldi aklına “Kınalı kekliğim bu kar kışta kim bilir hangi dağlarda dolaşıyor, hangi kayalıklarda sekiyordur?” diye düşündü. Ali’si gitti gideli kalbinin sızısı her gün artıyor, karlı dağları ateşe verecek yangınlar yalayıp duruyordu yüreğinin çeperlerini.

Köyün köpekleri, havlamaya başladı bir anda. Daha bir dikkatle bakındı etrafa.

Bir de ne görsün, gecenin karanlığında bir ayağı aksayan birisi, bir gölge gibi köye doğru sızıyordu.

Geceleri kuş uçurtmazdı köyün girişinde. Öfke kabarırdı içinde. Arka arkaya gelen “dur” seslerini, rüzgârlar aldı götürdü dağlara da köye doğru koşan kişi duymadı korucunun bağırışını. “Dur! Yoksa vururum” sesleri savruldu sert rüzgarlarda. Yabancı köye doğru koşmaya başladı

Silah sesi yankılandı karşı dağlarda. Meraklandı köylüler, kulak kabarttılar sese.

Gölge önce sendeledi, sonra taze yağan karların üstüne yıkıldı.

Korucu, bir teröristi öldürdüm diye koştu avına doğru. Yaklaştığında boğazına bıçak salınmış yaralı ceylan gibi bir delikanlı yerde debeleniyordu. Bembeyaz karların üzerine kan sızıyordu yarasından. Başını montuna gömmüş, yüzükoyun yatmış çırpınıyordu.

Kümbet…

Süphan Dağı’nın eteklerinde, Ağrı ile Süphan dağlarının arasında ıssız, yalnız bir köy.

Bu yalnız köyde yedi kişilik bir ailenin en büyük çocuğudur Ali. Orta okulu bitirip liseye gitme hayalleri kurmaktadır.

Bitmek tükenmek bilmez Ali’nin hayalleri. Anasının hastalığı Ali’yi çaresizlendirdiğinde hep doktor olma hayali kurar.

Babasının da en büyük arzusuydu Ali’sinin okuması.

Orta okulu bitirdikten sonra kasabadaki liseye kayıt yaptırır.

Dersleri çok iyidir, başarı ile bitirir birinci sınıfı.

Yaz tatilini babasına yardım ederek geçirir.

İkinci sınıfa başlar başlamasına da ailesi onu okutmakta çok zorlanır.

Ali’de bitmek bilmeyen bir okuma azmi vardır.

Babası, oğlundaki bu azmi gördükçe, nesi var nesi yok satıp Ali’sini okutmaya karar verir.

1990 yılı… O gün, ders zili çaldıktan sonra yine köyün dolmuşuna koştu Ali.

Dolmuş, arkada toz bulutları bırakarak köy yolunda ilerlerken Ali, doktor olma hayalleri kurarak yaklaşıyordu köyüne.

Yanında oturan arkadaşı Hüseyin’e; “Hüseyin! Bir doktor olursam gör bak, köydeki bütün hastalarımızla nasıl ilgileneceğim, hele anama nasıl yüreğim yanıyor bilemezsin.”

Hüseyin; “Ya Ali! Sen de amma hayal kuruyorsun, kolay mı doktor olmak?” diye çıkıştı.

“Çalışacam Hüseyin Çalışacam, yaşaması lazım bu insanların, dindirmek lazım onların acılarını, ağrılarını.”

Köye iyice yaklaşmışlardı. Ali’nin içi içine sığmıyordu. Anasının ağrıları için ilaç almıştı. Anasına yetiştirecekti ağrı kesicileri.

Bu gece anası bir rahat uyursa ne kadar sevinirdi.

Neden ağrılar geceleri artardı? Neden geceler sancılarla uzanırdı sabaha? Bunu bilemiyordu ama bildiği bir şey varsa akşamları daha bir artardı anasının ağrıları.

Dönemeci döndüklerinde köy görünecekti ki, ellerinde silahlarla bir gurup terörist tarafından yolları kesildi.

Dönemediler son dönemeci. Göremediler köylerini.

Yolcuların yanındaki para ve değerli eşyaları aldılar. Ali ve Hüseyin’i de… Ve yürüdüler dağlara doğru…

Acı haber bir anda ulaştı fukara köye.

Yıkıldı Ali’yle Hüseyin’in aileleri. Süphan Dağı devrildi üzerlerine. Acı, bir ateş oldu yaktı toprak evleri.

Aradan günler geçiyor Ali ve Hüseyin’den haber alınamıyordu.

Örgüt, onları önce Suriye’deki kamplara götürdü.

Eğitim görüyorlardı. Öldürmenin, cana kıymanın, hayatları yok etmenin, anaları ağlatmanın, çocukları yetim bırakmanın eğitimini.

Ali, hiçbir zaman sevmedi bu hayatı.

O, umutsuz insanları hayata döndürmenin eğitimini görürken kesilmişti yolu.

İki kaşının tam ortasından vurulmuştu hayalleri.

Birkaç defa kaçmayı denedi ise de başaramadı.

Son teşebbüsünde bir daha kaçmaya tevessül etmesin diye ayağından vurdular Ali’yi. Önce hayalleri sonra da vücudu delik deşik olmuştu. Artık yürürken, ümitleri gibi ağır aksaktı.

Hayat onun için bitmişti. Kaçması da imkânsız hale gelmişti.

Yıllarca sakat ayağı ile nefret ettiği insanlara hizmet etmek zorunda kaldı. Ölmek ya da yaşamak umurunda değildi. Tek arzusu köyünü bir daha görebilmekti.

Nihayet bir gün Ali, kaçmayı başardı.

İlk defa Hüseyin’den ayrılıyordu. Ona da söyleyemedi kaçacağını.

Karlı bir kış günü çok sevdiği köyüne iyice yaklaşmıştı. Başını parkasına gömmüş, sert rüzgârlara direnerek yürüyordu köyüne doğru. Taze karlar yağıyordu üzerine. Hava, tipiğe çevirmiş, rüzgâr karanlıkta karları savuruyordu.

Bir anda, camlarından ölgün ışıkların sızdığı köy göründü.

Soğuktan büzüşmüş, birbirine sokulmuş karların ağırlığında inleyen toprak evlerin bacalarından yükselen dumanlar ısıttı içini. Uzaktan evlerini görmüştü. “Anacığım! Geldim. Geldim anacığım. Sensiz çok üşüdüm dağlarda, sıcak bağrında ısınmaya geldim” diyerek heyecandan koşmaya başladı.

Birden köyün köpeklerinin havlamaları bozdu köyün sessizliğini.

Köy korucusu, etrafı kolaçan ederken bir gölgenin köye doğru sızdığını fark etti.

Rüzgâr, vahşi uğultularla deliyordu gecenin bağrını.

“Dur, dur” seslerini alıp götürdü sert rüzgârlarda ulaşmadı Ali’ye. Ali, durmadan koşuyordu.

Korucu iyice tedirgin olmuş, “dur” ihtarına bile aldırmayan bir teröristin köye sızmak üzere olduğundan şüphesi kalmamıştı.

Karanlıkta yankılandı silah sesleri. “Anam” diye inleyerek yere yıkıldı Ali.

Bir teröristi öldürdüm diye koştu korucu. Yaklaştığında delikanlı yerde debeleniyordu. Yere yıkılışıyla çevresindeki karı, kana boyaması çok sürmedi. Bembeyaz karların üzerine kan sızıyordu yarasından. Kanlı kar postallarına bulaştı korucunun. Yaralı genç başını montuna gömmüş, yüzükoyun uzanmıştı; karanlıkta elleri ve ayaklarının çırpınışı, ürperten bir görüntü oluşturuyordu.

Korucu, gencin sırtındaki monta bakıp yanlış bir şey yapmadığını, köye sızmak isteyen bir teröristi vurduğunu düşündü.

Masum bir cana kıymamış olmanın rahatlığıyla derin bir nefes aldı.

“Anam… Anacığım…” sesleri dökülüyordu, dudaklarından.

Korucu, cebinden el fenerini çıkardı, cesedin yüzünü kendine doğru çevirdi.

Acıdan süzülmüş siyah gözlerle göz göze geldi.

“Baba…Babacığım…” diye inledi üşümüş, cansız, kanlı dudaklar.

“Aliiii..! Yavruuuuum..!”

Yürek parçalayan uzun hava gibi ağıtlar, gecenin bağrında Süphan Dağı’nın yamaçlarında yankılandı.

Ağıtlar, karların kanlı kanatlarında Ağrı Dağı’nın ak tepelerini aşarak zifiri karanlıklarda rüzgâra karışıp gitti.

“Şimdi ben anana ne diyeceğim.Aliiim!..Kalk..! Kalk ! Kınalı kekliğim…”

Süphan ve Ağrı dağları için dededen toruna bir hikâye anlatılır.

Derler ki bu dağlar, bir birine beddua eder. Bedduanın aslı var mıdır bilinmez ama bilinen bir şey vardır, birinin tepesinden kar diğerinden bahar eksik olmaz.

Taze karlar yağıyordu ovaya.

Süphan Dağı, gecenin koynunda vahşi bir hayalet gibi heybetinin beyazlığında süzülüyordu.

Dağın eteklerine kurulu köy yalnızlığa gömülmüş, sessizliğine sığınmıştı.

Koyu bir sis sarmıştı her yanı.

Rüzgâr, gecenin bağrını en sert yumruklarıyla dövüyordu. Köyün korucusu başını yüzünü sarmalamış etrafı kolaçan ediyordu. Oğlu Ali geldi aklına “Kınalı kekliğim bu kar kışta kim bilir hangi dağlarda dolaşıyor, hangi kayalıklarda sekiyordur?” diye düşündü. Ali’si gitti gideli kalbinin sızısı her gün artıyor, karlı dağları ateşe verecek yangınlar yalayıp duruyordu yüreğinin çeperlerini.

Köyün köpekleri, havlamaya başladı bir anda. Daha bir dikkatle bakındı etrafa.

Bir de ne görsün, gecenin karanlığında bir ayağı aksayan birisi, bir gölge gibi köye doğru sızıyordu.

Geceleri kuş uçurtmazdı köyün girişinde. Öfke kabarırdı içinde. Arka arkaya gelen “dur” seslerini, rüzgârlar aldı götürdü dağlara da köye doğru koşan kişi duymadı korucunun bağırışını. “Dur! Yoksa vururum” sesleri savruldu sert rüzgarlarda. Yabancı köye doğru koşmaya başladı

Silah sesi yankılandı karşı dağlarda. Meraklandı köylüler, kulak kabarttılar sese.

Gölge önce sendeledi, sonra taze yağan karların üstüne yıkıldı.

Korucu, bir teröristi öldürdüm diye koştu avına doğru. Yaklaştığında boğazına bıçak salınmış yaralı ceylan gibi bir delikanlı yerde debeleniyordu. Bembeyaz karların üzerine kan sızıyordu yarasından. Başını montuna gömmüş, yüzükoyun yatmış çırpınıyordu.

Kümbet…

Süphan Dağı’nın eteklerinde, Ağrı ile Süphan dağlarının arasında ıssız, yalnız bir köy.

Bu yalnız köyde yedi kişilik bir ailenin en büyük çocuğudur Ali. Orta okulu bitirip liseye gitme hayalleri kurmaktadır.

Bitmek tükenmek bilmez Ali’nin hayalleri. Anasının hastalığı Ali’yi çaresizlendirdiğinde hep doktor olma hayali kurar.

Babasının da en büyük arzusuydu Ali’sinin okuması.

Orta okulu bitirdikten sonra kasabadaki liseye kayıt yaptırır.

Dersleri çok iyidir, başarı ile bitirir birinci sınıfı.

Yaz tatilini babasına yardım ederek geçirir.

İkinci sınıfa başlar başlamasına da ailesi onu okutmakta çok zorlanır.

Ali’de bitmek bilmeyen bir okuma azmi vardır.

Babası, oğlundaki bu azmi gördükçe, nesi var nesi yok satıp Ali’sini okutmaya karar verir.

1990 yılı… O gün, ders zili çaldıktan sonra yine köyün dolmuşuna koştu Ali.

Dolmuş, arkada toz bulutları bırakarak köy yolunda ilerlerken Ali, doktor olma hayalleri kurarak yaklaşıyordu köyüne.

Yanında oturan arkadaşı Hüseyin’e; “Hüseyin! Bir doktor olursam gör bak, köydeki bütün hastalarımızla nasıl ilgileneceğim, hele anama nasıl yüreğim yanıyor bilemezsin.”

Hüseyin; “Ya Ali! Sen de amma hayal kuruyorsun, kolay mı doktor olmak?” diye çıkıştı.

“Çalışacam Hüseyin Çalışacam, yaşaması lazım bu insanların, dindirmek lazım onların acılarını, ağrılarını.”

Köye iyice yaklaşmışlardı. Ali’nin içi içine sığmıyordu. Anasının ağrıları için ilaç almıştı. Anasına yetiştirecekti ağrı kesicileri.

Bu gece anası bir rahat uyursa ne kadar sevinirdi.

Neden ağrılar geceleri artardı? Neden geceler sancılarla uzanırdı sabaha? Bunu bilemiyordu ama bildiği bir şey varsa akşamları daha bir artardı anasının ağrıları.

Dönemeci döndüklerinde köy görünecekti ki, ellerinde silahlarla bir gurup terörist tarafından yolları kesildi.

Dönemediler son dönemeci. Göremediler köylerini.

Yolcuların yanındaki para ve değerli eşyaları aldılar. Ali ve Hüseyin’i de… Ve yürüdüler dağlara doğru…

Acı haber bir anda ulaştı fukara köye.

Yıkıldı Ali’yle Hüseyin’in aileleri. Süphan Dağı devrildi üzerlerine. Acı, bir ateş oldu yaktı toprak evleri.

Aradan günler geçiyor Ali ve Hüseyin’den haber alınamıyordu.

Örgüt, onları önce Suriye’deki kamplara götürdü.

Eğitim görüyorlardı. Öldürmenin, cana kıymanın, hayatları yok etmenin, anaları ağlatmanın, çocukları yetim bırakmanın eğitimini.

Ali, hiçbir zaman sevmedi bu hayatı.

O, umutsuz insanları hayata döndürmenin eğitimini görürken kesilmişti yolu.

İki kaşının tam ortasından vurulmuştu hayalleri.

Birkaç defa kaçmayı denedi ise de başaramadı.

Son teşebbüsünde bir daha kaçmaya tevessül etmesin diye ayağından vurdular Ali’yi. Önce hayalleri sonra da vücudu delik deşik olmuştu. Artık yürürken, ümitleri gibi ağır aksaktı.

Hayat onun için bitmişti. Kaçması da imkânsız hale gelmişti.

Yıllarca sakat ayağı ile nefret ettiği insanlara hizmet etmek zorunda kaldı. Ölmek ya da yaşamak umurunda değildi. Tek arzusu köyünü bir daha görebilmekti.

Nihayet bir gün Ali, kaçmayı başardı.

İlk defa Hüseyin’den ayrılıyordu. Ona da söyleyemedi kaçacağını.

Karlı bir kış günü çok sevdiği köyüne iyice yaklaşmıştı. Başını parkasına gömmüş, sert rüzgârlara direnerek yürüyordu köyüne doğru. Taze karlar yağıyordu üzerine. Hava, tipiğe çevirmiş, rüzgâr karanlıkta karları savuruyordu.

Bir anda, camlarından ölgün ışıkların sızdığı köy göründü.

Soğuktan büzüşmüş, birbirine sokulmuş karların ağırlığında inleyen toprak evlerin bacalarından yükselen dumanlar ısıttı içini. Uzaktan evlerini görmüştü. “Anacığım! Geldim. Geldim anacığım. Sensiz çok üşüdüm dağlarda, sıcak bağrında ısınmaya geldim” diyerek heyecandan koşmaya başladı.

Birden köyün köpeklerinin havlamaları bozdu köyün sessizliğini.

Köy korucusu, etrafı kolaçan ederken bir gölgenin köye doğru sızdığını fark etti.

Rüzgâr, vahşi uğultularla deliyordu gecenin bağrını.

“Dur, dur” seslerini alıp götürdü sert rüzgârlarda ulaşmadı Ali’ye. Ali, durmadan koşuyordu.

Korucu iyice tedirgin olmuş, “dur” ihtarına bile aldırmayan bir teröristin köye sızmak üzere olduğundan şüphesi kalmamıştı.

Karanlıkta yankılandı silah sesleri. “Anam” diye inleyerek yere yıkıldı Ali.

Bir teröristi öldürdüm diye koştu korucu. Yaklaştığında delikanlı yerde debeleniyordu. Yere yıkılışıyla çevresindeki karı, kana boyaması çok sürmedi. Bembeyaz karların üzerine kan sızıyordu yarasından. Kanlı kar postallarına bulaştı korucunun. Yaralı genç başını montuna gömmüş, yüzükoyun uzanmıştı; karanlıkta elleri ve ayaklarının çırpınışı, ürperten bir görüntü oluşturuyordu.

Korucu, gencin sırtındaki monta bakıp yanlış bir şey yapmadığını, köye sızmak isteyen bir teröristi vurduğunu düşündü.

Masum bir cana kıymamış olmanın rahatlığıyla derin bir nefes aldı.

“Anam… Anacığım…” sesleri dökülüyordu, dudaklarından.

Korucu, cebinden el fenerini çıkardı, cesedin yüzünü kendine doğru çevirdi.

Acıdan süzülmüş siyah gözlerle göz göze geldi.

“Baba…Babacığım…” diye inledi üşümüş, cansız, kanlı dudaklar.

“Aliiii..! Yavruuuuum..!”

Yürek parçalayan uzun hava gibi ağıtlar, gecenin bağrında Süphan Dağı’nın yamaçlarında yankılandı.

Ağıtlar, karların kanlı kanatlarında Ağrı Dağı’nın ak tepelerini aşarak zifiri karanlıklarda rüzgâra karışıp gitti.

“Şimdi ben anana ne diyeceğim.Aliiim!..Kalk..! Kalk ! Kınalı kekliğim…”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.