HARUN TOKAK

Ben ağlamayayım da kim ağlasın?

Olayı ilkin, kırlara açıldığımız, kır çiçekleri gibi etrafını sardığımız bir bahar günü Fethullah Gülen Hocaefendiden dinlemiştim.

Nisan yağmurları gibi yağmıştı o gün taze toprak kokan gönüllerimize.

Gönül yamaçlarımız hiç olmadığı kadar ıslanmıştı.

Hâlâ o 10 Nisan 1977′ den jaleler vardır hatıralarımızın hazan vurgunu yapraklarında.

Acıların şairi Merhum Mehmet Akif, Fatih Camiinin müdavimlerindendir.

Her gün sabah namazını Fatih Camisinde kılmaktadır.

Ulu mabede her gün ne kadar erken gelirse gelsin, saçları bembeyaz bir adamı direğin dibinde daima ağlarken bulur.

Dev mumların aydınlığından kaçarak heybetli sütunların gölgesine gömülen bu adamın içinde kopan fırtınayı fark etmemek mümkün değildir.

Bir keresinde Akif; “Be adam insan Allah’tan bu kadar ümidini keser mi, neden sürekli ağlıyorsun?” der.

Göz çukurları şafağın kızıllığı ile dolmuş adam, bil cümle derdini döker dayandığı direğin dibine;

“Ben Abdül Hamid’in ordusunda binbaşıydım, annem ve babam bir gün aniden vefat ettiler.

Bağlarımız bahçelerimiz, çiftliklerimiz sahipsiz kalmıştı.

Sadarete bir dilekçe yazdım.

Cevap, Hünkâr’dan geldi: “İstifanız kabul edilmedi.”

Bu defa doğrudan Hünkâr’a bir dilekçe yazdım.

Huzuru hümayuna çağrıldım, heybetli sultan tahtında oturuyordu.

Neden istifa etmek istediğimi sordu, anlattım…

Yüzündeki hoşnutsuzluk gözlerinden okunuyordu. İstifa etmemi istemiyordu, elinin tersiyle dilekçemi bana doğru iterek ,”Haydi git istifa ettirdik” dedi. Huzurdan çıktım.

İçimde buruk bir acı olsa da artık çiftliğimizin başındaydım. Babamın gözü arkada kalmayacaktı.

Devlet-i Aliye’nin zor yıllarıydı. Osmanlı orduları cepheden cepheye koşuyordu.

Her taraftan isyan haberleri geliyor, Balkanlar kaynıyordu.

Çiftlikte yorulduğum bir gün sedirde uyuya kalmıştım.

Başta Peygamberimiz (s.a.v), yanında Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali (r.anhüm) cepheye gidecek orduyu teftiş ediyorlardı.

Ulu hakan Abdül Hamid Han da, bir edep abidesi gibi bir adım arkalarında duruyordu.

Birlikler nizami bir şekilde geçiyorlardı. Sıra benim birliğime gelince darmadağınıktı.

Peygamberimiz (sav), Abdül Hamid’e dönerek ‘Nerede bunların komutanı?’ dedi.

‘Ya Rasulallah çok ısrar etti; biz de istifa ettirdik’

‘Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.’

Hıçkırıklardan boğulacak gibiydi, konuşamıyordu.

Vücudu tipiye tutulmuş gibi dayandığı direkle birlikte titriyordu sanki.

Bütün bütün koyuverdi kendini; “Söyle ben ağlamayayım da kim ağlasın!”

Bu bayramda o gün bugün milyonlarca gencin yüreğine kutsal bir sorumluluk sancısı bırakan bu olayı yeniden hatırladım.

Binlerce genç delikanlının ve ecenin asil ruhlarında tutuşan hicret ateşinde, o, 10 Nisan’dan mutlaka bir kıvılcım vardır.

Gurbet diyarlarına kanat çırpan binlerce üveykimizden biri de Ertuğrul Öğretmendir.

Ufukta gurubu olmayan mavi bir gurbete daha yeni giden bu yiğit geçen gün ilk mektubunu göndermiş bana.

“Burası, bir elmayı öğrencilerin sırayla ısırarak yedikleri, bir bisküviyi dört öğrencinin paylaştığı, bir kazan pilavı, hem de yağsız, iştahla yedikleri ve ‘insan burada yaşar mı?’ diye düşündüğünüz evlerden insanların tebessüm ederek çıktıkları huzurlu bir ülke.

College La Lumiere -Madagaskar’in bitmeyen ışığı- isimli Türk okulunu açtık.

Yüz yirmi beş öğrencimiz var. Yurdumuza öğrencilerimizi yerleştirdik.

Kızım Rana’yı okula verdik. Malgas öğretmen elinden tuttu. Çok sevecen bir tavırla, yedi kişilik sınıfına götürdü. Nasipse Fransızca öğrenerek okul hayatına başlayacak. Mahzun ama çok heyecanlı ve mutlu idi.”

O, geçtiğimiz Ramazanda gitti.

İstanbul iftarlarını, teravihlerini, Sultan Ahmet Şenlikleri’ni göremeden gitti. Çakır gözlerinin mavi yolculuğuna saldı kendini ve ruhunda harı gittikçe artan hicret ateşini bıraktı okyanusun serin sularına.

Değerli dost Mehmet Gündem Bey’in, bir yazısında bahsettiği gibi, bir kış günü Moskova’da Arbat sokağında başında kalpağıyla gördüğü dost insan, öz yurdunda az biraz aram ettikten sonra atının yönünü Afrika’ya döndürdü ve bir yıldırım gibi sürdü Hint Okyanusu’na. “Önüme şu uçsuz bucaksız okyanus çıkmasaydı” demedi. Atını bırakıp okyanusun bu kıyısında, bir şahin gibi kanatlanarak uçtu okyanusun ortasındaki adaya, Madakaskar’a.

Madagaskar’daki ilk kurban bayramında adanın tepesine diktiği ay yıldızlı bayrağın gölgesinden çakır gözleriyle bakıyor uçsuz bucaksız okyanusun maviliklerine.

Ertuğrul Öğretmeni ve emsali arkadaşlarını canları gibi sevdikleri Anadolu’dan ayıran şey neydi?

Ellerinde dünyalarını sığdırdıkları birer bavul, arkalarına ayrılığın acılarını sırtlanıp nereye gidiyorlardı?

Altı yaşındaki Rana ile üç yaşındaki Ahmet Yavuz’un elinden tutup hanımıyla birlikte diyar diyar dolaştıran duygu neydi?

Boğazın büyülü güzelliklerini bırakıp, Asya steplerine, Afrika çöllerine düşüren neydi?

Gelinliğini bile giymeden, genç ecelerimizi yollara düşüren mecnun kimdi?

Onlar, bu bayramda yine gurbette .

Yavuz gibi kırbasındaki bütün suyu hasret çölüne döken sultan da.

Gurbetin açtığı yürek yaralarını yine hicretin sevdalı ateşinde kızdırılmış kızgın demirle dağlıyorlar.

Neden gittiler?

Geride neleri bıraktılar?

Hayalleri, aşkları, sevdaları yok muydu bu gençlerin?

Bu nasıl bir sevda ateşiydi, nasıl tutuşmuştu?

Hangi bengisu pınarlarından içtikleri ölümsüzlük iksiriyle sarhoş olmuşlardı?

Neden doğup büyüdükleri toprakları, bakıma muhtaç yaşlı anne ve babalarını yaşlı gözlerle bıraktılar geride?

İşte ben bu soruları sordukça hep o hikâyeyi ve o bahar bulutlarından dökülen mesuliyet damlaları ile ıslandığımız 10 Nisan’ı hatırlarım.

Biz kışı görmedik ama başımızı okşayanların üstlerinde başlarında kıştan emareler vardı.

Bir bahar günü başladı bizim kuşağın sevdası.

Sevdamızın nurdan bir sağanak haline gelişine, kararlı gönüllerin hicret ateşiyle daim yanışına bir iksir gibi karışmıştır kışın gözyaşları.

Binlerce simurg kuşu, dönüşü olmayan kızıl ufuklara kanat çırparken, o binbaşının inkisar ateşinden bir kıvılcım taşır kanatlarının kıvrımlarında.

Kanatları yorulduğunda, aşağıdaki bağlar bahçeler çağırdığında; o kıvılcımla kanatlanırlar yeniden.

O hızla, vurup delerek geçerler ufuktaki çelik duvarların arkasına, o şevkle, kanatlanırlar yedi kat semaya.

O gayretle uçarlar, ufukta gurubu olmayan gurbetlere.

Okullar açıldığında, zil çaldığında, ders yılı başladığında “ya benim sınıfım öğretmensiz kalır, öğrenciler başıboş ve boynu bükük kalırsa” duygusu ve korkusu sarar her yiğidin yüreğini.

İşte bu duygu Ertuğrul öğretmenleri, Ahmet öğretmenleri Sibirya’nın soğuklarından, Afrika’nın çöllerine savuran sevdadır.

Yolları açık olsun.

Bu bayramda yine gurbetteki fedakâr delikanlılarımız, nazlı marallarımız değdi hem yüreğimize hem de kalemimize. Buradan, gurbetleri vatan yapan yiğitlerimizin bayramlarını kutluyoruz.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.