HARUN TOKAK

Bayramsız evler

Tam iki yıl önce bu gün, günler yeni bir yılın kapısına varıp dayandığında ayrılmıştı aramızdan.

Müderris olan dedesi Abdullah Efendi’nin adını taşıyordu. Eğitim sevgisi genlerinde vardı. Evi de gönlü de geniş bir insandı. Sefillerdeki Jean Valjean gibi köşe bucak takip edildikleri zor günlerde gönül erlerine, evini açması hâlâ hatırlardadır.

Orasından burasından unutulmaya başlayan bir anı olup yıllar geçtikçe uzaklaşması gerekirken, gönlümüzde her gün yeni bir bölümü tamamlanan büyülü bir mabet gibi büyüyor.

Son kurban bayramında kızım; yoksul birkaç ailenin çaresizliğini anlatırken gözyaşlarımı tutamadım. Ağzımda lokmalar, yüreğimde acılar büyüdü.

“Yarın, bayram ziyaretlerini bu ailelere yapıyoruz” dedim.

Ama kiminle gitmeliydim. Yanımda gönlü zengin biri olmalıydı. Aklıma hemen o geldi.

O, gariplerin Abdullah ağabeyi idi ama artık yoktu…

Olsaydı başkasını aramazdım. Daha telefonda başlardı ağlamaya. Gözü yaşlı bir insandı, darda kalanlara dayanamazdı. Birlikte oturup ağladığımız anlar vardı ama yoktu işte…

Bir başka dostla düştük yola… Aman Allah’ım! Ne çaresizlikler, ne acılar, bayramın hiç uğramadığı perişan evler, mutluluğun başını uzatıp girmeye hiç yeltenmediği derme çatma barakalar…

Parasızlıktan elektriği kesik, suyu akmayan, değil hastaları sağlam insanları bile çürütecek kadar rutubet kokan evler.

Yüz Ytl’lik borcunu bile ödeyemeyen, 50-Ytl kirasını yatıramayan yoksul aileler. Diyalize girmeye gidemeyen, tekerlekli sandalyesi olmadığı için dışarıya bile çıkamayan, rutubet fışkıran fersiz evlerde sürünerek ihtiyaçlarını görmeye çalışan güneş mahrumu insanlar.

Ağır şeker hastalığından dolayı gözlerini kaybeden, böbrek yetmezliği çeken, yarı parasını dahi veremediği için devletin verdiği ilacı ve nefes darlığı için kullanacağı spreyini dahi alamayan nefes alma-verme savaşında hastalar.

Yoksulluk yüzünden bozulan yuvalar, yitirilen akıllar, işsizlikten intihar eden kocaların geride bıraktığı çaresiz dul kadınlar, öksüz çocuklar…

Bütün bunlar çok uzaklarda, Afrika’da ya da Antartika’da değil, İstanbul’da, Üsküdar’da, Ümraniye’de, Kadıköy’de, İçeren köyde, yani içimizde…

Marketler evlerinin bitişiğinde ama kutuplar kadar uzak bu insanlara.

Modern hastanelerin diplerinde; ağrı, sancı ve yoksulluğun pençesinde inliyorlar ama bir adım öteye seslerini duyuramıyorlar.

Hele bir ev ki… Ev denmez, yüzüne karşı dense baraka bile ar eder . Penceresiz bir oda. İçerde cirit atan farelerin, lime lime ettiği bir kanepe, ıslak ve rutubetten korumak için duvarlardan uzak tutulmaya çalışılan küf kokusunun buğusunda boğulan bir iki yorgan ve yerde eski bir kilim. Odaya açılan ve banyo olarak da kullanılan bir tuvalet.

Babaları kanserden ölmüş dört yetim çocuk, dul bir kadın. 50-Ytl kirası olan bu barakaya; eğri büğrü teneke ve tahtaların yarıklarından yağdığında yağmur, doğduğunda güneş giriyor, rüzgarsa; istediği her yerden her an yol bulabiliyor ama mutluluk kapısına bile uğramıyor. Faturası ödenmediği için tavanda elektrik, odanın ortasında kurulu soba, gözlerde umutlar sönmüş. Yüzlere çaresizliğin koyu gölgeleri düşmüş.

Bir anne ki… Hüzün meleği bir kadın; önceleri ev temizliğine giderek kanat germeye çalışmış yetimlerine, şimdilerde kemik erimesinden dolayı kırılmış hem kanatları hem de umutları. Gittiği birkaç evden arabayla geri getirilmiş baygınlık geçirdiği için.

Acılar, iniltiler, hastalıklar, ağrılar, umutsuzluklar, çaresizlikler ve küf kokuları yükseliyor bu evlerden. Bayram ıskalamış, bayram hiç uğramamış bu evlere.

Bayram paketleri, alevler arasında kalan eve serpilen bir kova su gibi yitip gitmiş.

Öğrenilmiş çaresizlikler var bu insanların yüzlerinde. Elimizdekileri görünce, hemen esip geçiveren tatlı bir rüzgâr gibi gülüveriyor yüzleri ama o kadar… Sonra hemen yine eski hüznün koyuluğuna gömülüyorlar.

Oscar Wilde “Mutlu Prens” kitabında öldükten sonra kasabanın ortasına altından heykeli dikilen Mutlu Prens’le Kırlangıcın fedakârlığını anlatır. Bir gün Mutlu Prensin ayakları arasına konan kırlangıcın kanatlarına birkaç damla gözyaşı düşünce başını kaldırır ve sorar;

“Siz kimsiniz?”

“Ben Mutlu Prensim.”

“Öyleyse niye ağlıyorsunuz?”

“Ben yaşarken, daha yüreğim insan yüreğiyken gözyaşı nedir bilmezdim, çünkü kapısından üzüntünün giremediği Sans Souci Sarayındaydım. Gündüzün bahçede arkadaşlarımla oynar, akşamları da büyük salonda dans ederdim. Sarayın yüksek duvarları dışında olanlar beni ilgilendirmezdi. Şimdi buradan kasabanın yoksul evlerindeki acıları görüyorum ama elimden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor. Şu karşıki evde hasta bir çocuk ateşler içinde yatıyor, annesi çaresiz çırpınıyor. Az ilerdeki evde fakir bir çocuk soğuktan titreyerek dersini yapmaya çalışıyor…”

Mutlu Prens, kırlangıcın kentin üzerinde uçmasını ve yaşanan acıları kendisine anlatmasını ister.

Kentin üzerinde uçan kırlangıç; yoksullar kapı diplerinde otururken zenginlerin güzel evlerinde safa sürdüklerini, karanlık ara yollara girip, kapkara sokaklara kayıtsız kayıtsız bakan aç çocukların kâğıt gibi yüzlerini görür. Bir köprünün kemeri altında iki küçük çocuğun kucak kucağa yatıp birbirlerini ısıtmaya çalıştığını; “Ama çok açız,” diyen çocuklara, bekçinin “Orada yatamazsınız,” diye bağırdığını ve çocukların da yağmur altında gözden yitip gittiklerini acıyla seyreder.

Kırlangıç gördüklerini Prens’e anlatır.

Prens, gözlerim en kıymetli elmastandır, gövdem saf altınla kaplıdır, yaprak yaprak söküp yoksullarıma götür; yaşayanlar altının insanı hep mutlu edeceğini sanırlar.”

Kırlangıç, Mutlu Prens’in gözlerindeki elmasları, gövdesindeki altınları parça parça söker ve yoksullara dağıtır. Kasaba mutludur.

Derken kar bastırır, arkasından da don. Zavallı küçük Kırlangıcın arkadaşları sıcak bölgelere, yeşil vadilere çoktan uçmuştu.

Soğuktan ve açlıktan öleceğini anladı. Ancak bir kez daha Prens’in omzuna dek uçabilecek gücü kalmıştı. Hafifçe yükselerek “Hoşçakal, sevgili Prens,” diyebildi ve ayaklarının dibine ölü olarak düştü.

Tam o anda bir çatırtı duyuldu. Mutlu Prensin yüreği, tam ortasından çatlamıştı.

Yarın yılbaşı…

Pek çokları, peri masallarındaki gibi göz kamaştıran ışıklar altında mutlu prens ve prenses rolü oynarken ve de içkiyi sebil yaparken nice yoksul evler elektrik ve suyu kesik olarak girecek yeni bir yıla. Çamlar devrilecek, çılgınca paralar savrulacak ve çatlayıncaya kadar şişeler açılacak. Barlardan sarhoş çığlıkları, barakalardan da yine acılar yükselecek.

Bu gün 30 Aralık 2007…

O, aramızdan ayrılalı tam iki yıl oldu. Herkesi mutlu etmeyi seven Cömert Prensin yokluğunu bu bayram daha bir derinden hissettik ama o artık yoktu. Karşılaştığım birisine “ziyaretine gittin mi?” dedim. Acı acı gülerek üzerindeki ceketi gösterdi;

“Bu onundu.”

Dirilere derdimi anlatamayınca mezarına gittim, boylu boyunca yatıyordu.

“Ben geldim” dedim.

“Ama ben, seninle gelemem ki!” dedi.

Bu bayramda gördüğüm acıları görseydi çatlardı cömert yüreği. Her işini gönülden yapardı.

Kim bilir belki de her işini gönlüyle yapanların kalbi fazla dayanmıyor.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.