HARUN TOKAK

Babanın ışığı gecenin oldugu her yere ulaşacak

Harun Tokak, Onlar Sabahı Bekleyemediler kitabını anlattı

Harun Tokak, Onlar Sabah'ı Bekleyemediler kitabını anlattı.17067

Yazar Harun Tokak, gönülleri coşturan kitabını Haber Aktüel Genel Yayın Yönetmeni Muaz Kalaycı’ya anlattı.
Kitaplarında yer verdiği “adanmış ruhları” yollara düşüren sebepleri anlatan Tokak, kitabının isminin nereden geldiğini de açıkladı. Diyalog Avrasya Platformu’nun boğazın kıyısında bulunan merkez ofisinde gerçekleşen röportajda, platformun işleyişine yönelik sorular da yanıt buldu.

 ”Önden Giden Atlılar” kitabınızla anlatmaya başladığınız adanmış ruhları, son kitabınız ”Onlar Sabahı Bekleyemediler”de de anlatmaya devam etmişsiniz. Kitaplarınızın konusu genelde adsız kahramanlar… Sizi bu kadar etkileyen ne var bu yaşamlarda?

Bir insan bir ülkeye gidebilir, hizmet edebilir ancak o ülkede kalma isteği çok farklı bir duygudur. Bu düşüncenin oluşumu ancak yürekten gelen bir sevgiyle mümkündür. Bu çerçevede ortaya çıkan yoğun duygular “Önde Giden Atlılar” hikâyesinin de başlangıcını oluşturdu. İlham kaynağımız ise Osman Sarı’nın Afrika Fatihleri için yazdığı “Önden Giden Atlılar” şiiri oldu.

Günümüzdeki önden giden atlılara da çok uygun bir metafor olduğu için kitabımda bu ismi kullanmayı uygun buldum. Ayrıca, 2004 Türkçe Olimpiyatlarında, Ukraynalı Elvira Sarayavena’nın muhteşem sunuşuyla İstanbul Gösteri Merkezi’ndeki beş bin kişi başta olmak üzere Türkiye’de ve pek çok ülkede beğeniyle dinlenen, şiir dalında birinci gelen “Önden Giden Atlılar” şiirinin ruhumda oluşturduğu kıvılcımlar ise kitabın adını belirlememde son nokta oldu. O gün kitabın adının “Önden Giden Atlılar” olacağına karar verdim.

Çünkü Afrika Fatihleri Hint Okyanusuna kadar atlarını sürüyorlar ve okyanus önlerine gelince doğal olarak dizginlerini çekiyorlar. Zaten Osman Sarı da şiirinde bu durumu “Allah’ım, önümüze çıkan uçsuz bucaksız bu derya olmasaydı adını daha da ileri götürürdük” şeklinde ifade ediyor.

Ancak bugün, sonsuz maviliğin, Hint Okyanusu’nun ortasında, Madagaskar Adalarında, Komor Adalarında okullar var, öğretmenler var. O dönemde “önde giden atlılar”ın yarım bıraktıkları koşuyu günümüzün “önde giden atlıları” devam ettiriyor. Onların gidemedikleri okyanusların ortalarına, Sibirya buzullarına, Kutuplara kadar “bir ışık süvarisi”, “bir sevgi süvarisi”, “bir ışık ordusu”, günümüz ifadesiyle “kınalı küheylanlar” olarak gidiyorlar. Zaten Son kitabımızın adı da “Kınalı Küheylanlar” olarak çıktı.

Kitaplarınızda yer verdiğiniz kahramanları yollara düşüren sebepler neler?

Bir gün Mevlana’ya sorarlar; “Ey Mevlana sen Şems’ten önce de büyük bir insandın, Konya’nın en büyük camisinde vaaz ederdin, halk seni severdi, millet peşinden giderdi, ne oldu sana? Şems’ten sonra ne değişti? Geceleri gözüne uyku girmemeye başladı, Divan-ı Kebir’de mağbalar gibi coşmaya kendi etrafında dönmeye başladın. Nedir sendeki bu değişiklik? Şems sana ne öğretti, ne dedi de hayatın birden bire değişti? Şiirlerinde; ” Sinem parça parça ama onu da kalbi parça parça olanlar bilir” diyorsun. Nedir sendeki bu dert, ızdırap?”

Bunun üzerine Mevlana diyor ki; “Şems bana üşümeyi öğretti. Çünkü Şems’ten önce ben üşüdüğüm zaman ısınabiliyordum. Şems bana dediki; “Ey Mevlana, dünyada üşüyen bir insan varsa sen ısınamazsın, dünyada acı çeken bir insan varsa sen rahat uyuyamazsın, dünyada aç bir insan varsa sen tok olamazsın.”

İşte bizim felsefemiz, kültürümüz, inancımız, dinimiz budur. Yani dünyanın neresinde olursa olsun bir canlı acı çekiyorsa bizi ilgilendirir. Hz. Ömer Efendimizin dediği gibi; “Dicle kenarında bir kurt yerse koyunu gelir Adl-İlahi Ömerden sorar onu”
Bu sorumluluk duygusu aynı zamanda “önden giden atlılar”ı yola düşüren bu duygudur.Muaz Kalaycı - Harun Tokak
— Kitaplarınızda yer verdiğiniz kahramanları yollara düşüren sebepler neler?
Bir gün Mevlana’ya sorarlar; “Ey Mevlana sen Şems’ten önce de büyük bir insandın, Konya’nın en büyük camisinde vaaz ederdin, halk seni severdi, millet peşinden giderdi, ne oldu sana? Şems’ten sonra ne değişti? Geceleri gözüne uyku girmemeye başladı, Divan-ı Kebir’de mağbalar gibi coşmaya kendi etrafında dönmeye başladın. Nedir sendeki bu değişiklik? Şems sana ne öğretti, ne dedi de hayatın birden bire değişti? Şiirlerinde; ” Sinem parça parça ama onu da kalbi parça parça olanlar bilir” diyorsun. Nedir sendeki bu dert, ızdırap?”
Bunun üzerine Mevlana diyor ki; “Şems bana üşümeyi öğretti. Çünkü Şems’ten önce ben üşüdüğüm zaman ısınabiliyordum. Şems bana dediki; “Ey Mevlana, dünyada üşüyen bir insan varsa sen ısınamazsın, dünyada acı çeken bir insan varsa sen rahat uyuyamazsın, dünyada aç bir insan varsa sen tok olamazsın.”
İşte bizim felsefemiz, kültürümüz, inancımız, dinimiz budur. Yani dünyanın neresinde olursa olsun bir canlı acı çekiyorsa bizi ilgilendirir. Hz. Ömer Efendimizin dediği gibi; “Dicle kenarında bir Kurt yerse koyunu, gelir Allah adaleti Ömer’den sorar onu” diyor ya, Dicle kenarında bir Kurt yerse köyünü Allah onu bizden sorar. Bu sorumluluk duygusu aynı zamanda “önden giden atlılar”ı yola düşüren bu duygudur.
Bu nedenle, fiziki acının çekilip çekilmediğine bakmaksızın dünyanın neresinde ateş yanıyorsa, acı çekiliyorsa, bu düşüncelere ihtiyaç duyuluyorsa, onu taşımak, götürmek için bu insanlar yola çıkarlar.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ışığının taşınması için o ışığı taşıyan birilerinin olması gerekir. Bir sefer dönüşünde Peygamberimiz (s.a.v.) önce mescidine, sonra kızı Hz. Fatıma annemize uğruyor. Babasının perişan hallerini gören Hz. Fatıma; “Babacığım nedir senin bu çektiklerin, yaşadıkların?” diyerek ağlıyor ve boynuna sarılıyor. Peygamberimiz (s.a.v.) bu durum karşısında; “Kızım ağlama, bir gün babanın ışığı gecenin olduğu her yere ulaşacak” şeklinde buyuruyor. İşte Peygamberimizin (s.a.v.) ışığını gecenin olduğu her yere ulaştıracak olanlar ışık süvarileri, ışık orduları, kınalı küheylanlardır. Onlar Sultan’ın hediyelerini, servetini taşıyan binekleridir. Bu nedenle ışığı taşımak için oralara gidiyorlar.
Yeryüzünün cennet olabilmesi için bu ışığa insanlığın ihtiyacı var. Bu ışığı tanımayanların çok derin acılar çektiğini düşünüyoruz. Hayatı tanımamak, dünyaya niçin geldiğini, niçin yaşadığını, nereden gelip nereye gittiğini bilmemek insanlara acı vermez mi? Bu acıyı dindirmek için bile yollara düşülür. Dünyada yaşanan maddi, manevi acıları dindirmenin yolu da acıların ülkesine gitmek, hicret etmektir.
— Bu kahramanların hayatlarını kaleme alırken geriye dönüp kendi yaşamınıza ayna tuttuğunuzda hissettiğiniz eksiklik veya pişmanlıklar oldu mu?
Elbette, ben öyle dört dörtlük bir yazar değilim. Bu hikâyelerin güçlü bir edebiyatçının kaleminden çıkmasını ve klasik eserler oluşmasını çok isterdim. Yeterince yazabildiğimi düşünmüyorum. Yazmak hem yetenek, hem de zamanla ilgili bir durum. Birçok işin, uğraşın, gazeteye haftalık yazı yetiştirme gayretinin arasında bunları da kaleme almaya çalışmak tabii ki beraberinde eksiklikleri getiriyor. Ancak geleceğin güçlü kalemlerine, yazarlarına, gazetecilerine kaynaklık edecek bir arşiv oluşturma düşüncesiyle eksiğiyle, kusuruyla bunları da kaleme alıyoruz.
— Yazdığınız “Onlar Sabahı Bekleyemediler” kitabınızı anlatır mısınız?
Kitap, seçmeler yapılarak Rusça ve Kazakça’ya çevrildi. Kitaptaki “Onlar Sabahı Bekleyemediler” hikâyesi de çevrilen kitapların adı oldu. 1999’da Kazakistan’a gittiğimizde Nur Sultan Nazarbey’e hem Demirel’in mektubunu, hem de vakfın ödülünü götürmüştük. O zaman Kazakistan’da büyük emeği olan ve 30’dan fazla okulun açılmasına vesile olan, Kazakların hâlâ çok sevdiği Dr. Ali Bayram Bey de bizimleydi.
Nur Sultan Nazarbey konuşmasında; “Ülkelerin bağımsızlıklarını ilân etmeleri büyük cesaret işidir. Geriye tepme korkusu ve endişesini de beraberinde getirir. Biz bağımsızlığımızı ilân ettikten 19 dakika sonra kardeşim Özal beni aradı ve dedi ki; Nur Sultan kardeşim bağımsızlığınızı ilân etmişiniz. Biz sizin bağımsızlığınızı kabul ediyor, özgürlüğünüzü onaylıyoruz. Parlamentoyu gece topladım, bunu kabul ettiğimizi onayladık. Asıl seni sabah arayacaktım ama sabahı bekleyemedim.”
Kitabın adı da buradan geliyor: “Onlar Sabahı Bekleyemediler”. Bu nedenle Kazakistan bu hikâyeyi çok sevdi ve kitabın adı “Onlar Sabahı Bekleyemediler” oldu. Bir de “onlar sabahı bekleyemeden gidenler” vardı oraya; öğretmenlerimiz, iş adamlarımız, okulları açan arkadaşlarımız. Onları da kapsayan bir hikâye. Onları da anlatıyor, yani sabahı beklemeden koşanlar, erkenden gidenler anlamında. Orada Yazarlar Birliği, Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle bu kitabı bastı. Yazarlar Birliği’nin yaklaşık 600-700 kadar Kazak edebiyatçının da olduğu bir salonda tanıtımı vardı. Buradan da Yazarlar Birliği başkanı İbrahim Ulvi Yavuz vardı, Yavuz Bülent Bakiler Hoca vardı. Onlar da Kazak- Türk edebiyatı üzerine, hem de kitaplar üzerine konuşmalar yaptılar. Orada hikâyelerin çok sevildiğini fark ettik. Çünkü bir Kazak radyosu her hafta radyo tiyatrosu gibi bir hikâyeyi Kazakça okuyormuş. Hikâyeler çok beğenilmiş ve radyo bu yayınla çok iyi tepkiler almış. Dolayısıyla bu öğretmenlerimizin hikâyelerini de bu vesileyle öğrenmiş oluyorlar. Kitap; Rusça, Ukraynaca, Kazakça, Tacikçe ve Türkçe ile birlikte toplam beş dile çevrildi. Bir Kazak edebiyatçısının konuşması esnasında; “Nazım Hikmet’ten sonra ilk defa bir edebi eserin Kazakçaya çevrildiğine dair ” yaptığı vurgu da eser açısından oldukça önemli. Bu vurgu, buradan giden misafir edebiyatçılarımız tarafından da önemsendi. Aslında bu durum en kalıcı ilişkilerin edebi ilişkiler olduğunun da bir göstergesi gibi. Bu anlamda atılan adımlarda henüz yolun başında olduğumuzu görüyoruz.
Bir de o hikâyelerde evrensel ahlaki değerleri vermeye çalışmamız Kazak edebiyatçıları tarafından dikkate değer bulundu ve bunun alanda bir ilk olduğu vurgulandı. Hikâyelerin kurgusunda hiçbir ırkın, dinin dışlanmaması, tamamen evrensel ahlaki değerlerin ön planda tutulmaya çalışılması da yine dikkat çeken ve beğenilen yönler olarak Kazak edebiyatçılar tarafından dile getirildi.
— Siz aynı zamanda Diyalog Avrasya Platformunun eş başkanlığını yürütüyorsunuz. Diyalog nedir? Bir koşulu var mıdır? Size göre, kolay diyalog kurmanın üzerindeki engeller nelerdir?
Diyalog, karşındaki insanı olduğu gibi kabul etmektir. Diyalog kurmanın ilk şartı; inancı, ırkı, milliyeti, rengi ne olursa olsun onu olduğu gibi kabul etmektir. Diyalog kurmanın hiçbir ön şartı olmamalıdır. Önyargı ve ön şartla diyalog oluşmaz. Diyalog dâhisi Karaman Hoca’nın dediği gibi insani ilişkilerde üç yol vardır: Kavga etmek; küsmek, kaba söz söylemek, konuşmamak; insanlarla diyalog kurmak. Biz diyalog kurmayı tercih ediyoruz. İnsanlarla ne olursa olsun diyalog kurmak her zaman iyidir. Bu dinler arası, kültürler arası, milletler arası da olabilir. Ben diyalogda sınır tanımayan bir insanım. Yeryüzündeki semavi dinler insanlığın ortak sorunlarına çözüm üretmiyorsa burada bir sıkıntı var demektir. Bu nedenle bütün din adamları bir araya gelerek konuşmak ve insanlığın ortak sorunlarına, acılarına çareler bulmak zorundadırlar. Her dinden din adamlarının, bilim adamlarının bir araya gelerek insanlığın ortak sorunlarına çözüm bulma yollarını araştırdıklarını, bu tür toplantıların sayılarının giderek artmaya başladığını görüyoruz. Bu çok sevindirici bir durum.
— Diyalog Avrasya Platformu’nun genel olarak yapısı ve amacı hakkında biraz bahseder misiniz?
Diyalog Avrasya Platformu; Avrasya bölgesinde faaliyet gösteren bir platformdur. Diyalog çalışmaları aslında yeni değil. 1908’li yıllarda Yusuf Akçura’nın, daha sonra Alexander Dubin’in, 1994 lerde devlet üniversitesindeki konuşmalarında Kazakistan Devlet başkanı Nur Sultan Nazarbayev’in konuşmalarında Avrasya diyalogunu dile getirdiklerini görüyoruz.
Ancak bizim Avrasya Diyalog anlayışımızdaki en dikkate değer nokta; devlet, ırk ayırımı yapmadan hepsini kucaklayıcı bir tavrımızın olması. Türkleri, Rusları, Kazakları, Ukraynalıları, dolayısıyla bütün herkesi içine alan bir anlayış. Yaşlı, yorgun dünyanın yeni savaşları, acıları kaldıracak gücünün olmadığını düşünüyoruz. Bizim yoğunlaştığımız temel düşünce; dünyanın yer altı kaynaklarının yüzde 70’ini barındıran, bütün dünyanın dikkatini çeken, pek çok savaşa sahne olmuş, pek çok acının yaşandığı bu zorlu coğrafyada kalıcı bir barışın nasıl sağlanacağıdır. Bu amaca uygun olarak; herkesi kendi konumu ile kabul etme, diyalog kurma, kültürlerin, bilgi ve birikimlerin paylaşımı, karşılıklı saygı ve hoşgörüyü temel alıyor, okullarımızda, üniversitelerimizde, dergilerimizde, romanlarımızda, hikâyelerimizde kalıcı barışı tesis etmenin yollarını arıyor, konuşuyor, tartışıyoruz. Bu konular bu coğrafyada belki de hiç bu kadar yüksek sesle gündeme gelmemişti. Bu yeni ses, yeni soluk, farklı bakış açısı, yeni sunum buradaki insanların pek tabii çok hoşlarına gidiyor. Yaklaşık 15 ülkede bu bölgede yapılanma içinde oluşan ofislerimiz, milli komitelerimiz var, başkanlar, temsilciler var. O ülkelerdeki aydınlar da bu işe destek veriyorlar. Her yıl ya da iki yılda bir Antalya’da 600–700 kişilik toplantılar düzenliyoruz. Genel başkanlar değişiyor. Şimdiye kadar yapılanlar, yapılması gerekenler konuşulup tartışılıyor. Avrasya’nın aydınları birbirleriyle tanışma ve tartışma fırsatı bulabiliyorlar. Bu şekilde gerçekleşen ülkeler arası kültür ve fikir alışverişinin çok yararlı olduğunu düşünüyorum.
— Çıktığınız bu yolda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz en büyük hayaliniz ne idi? Gerçekleştirdiniz mi veya o yolda mısınız?
Hayaller bildiğiniz gibi elle tutulan, gözle görülen şeyler değil. Bizim bir “yitik cennet” hayalimiz var. Cennet sadece ahrette, diğer hayatta olan bir şey değil. Allah yeryüzünü de cennet olarak yaratmış. Mesela vatanımızdan bahsederken cennet vatanımız demiyor muyuz? Her vatan kendi insanı için aslında bir cennettir. Evler de cennetin köşelerinden biridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ifadesiyle; “Evler de cennet köşelerinden bir köşedir, inanan insanın evleri de öyledir.” Biz maalesef günümüzde o aile kavramını yitirmişiz. İki sene önce Antalya’daki toplantıda Avrasya’da aile kurumunu gündeme aldık. Savrulan, kaybolan aile kurumunu konuşup tartıştık. Bizim hayalimiz bir yeryüzü cenneti. İnsanlığının yeniden böyle bir baharı yaşaması hayali. Hayaller insanların çocuklarıdır. Onları besler, büyütürler. Bizler de bu hayalimizi düşüncelerle, çalışmalarla beslemeye devam edeceğiz. Bunu başarıp başaramayacağımız bilemiyoruz ancak bize düşen görev bu coğrafyada bu hayalleri gerçekleştirmek.
Bu hayali bir başka grup Avrupa’da, Amerika’da gerçekleştirmeye çalışır. Zaman içinde Avrasya dediğimiz şey Hindistan’a, Çin’e, Avrupa’ya açılır, bu çalışmalar oradaki çalışmalarla bütünleşir, farklı farklı kolların bir nehir yatağında birleşmesi gibi coşkun ırmaklar meydana getirir diyoruz. İnsani olan bu düşüncemiz şimdiye kadar paylaştığımız herkes tarafından kabul gördü.
Aslında bununla ilgili geçmişte birçok kitabın yazıldığını da görüyoruz. Cecile Samartin’in “Yitik Cennetler”i, Bill Tong’un “Yitik Cennet”i, Sezai Karakoç’un “Yitik Cennet”i, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Yitirilmiş Cennet’e Doğru” kitapları bunlar arasında akla ilk gelenler. Eflatun’un “Devlet”inde, Farabi’nin “El-Medinetü’l Fazıla”sında, Thomas Morus’un “Cumhuriyet”inde, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”nde de bu anlatılıyor. Hep erdemli insan, erdemli şehir, yani insanlar birbirleri ile huzur ve güven içerisinde yaşayabildikleri bir dünya hayal edilmiş. İşte bu da bizim diyalog hayalimiz.
— 4. Semavi ve Evrensel Dinler Kongresine katılmak üzere Kazakistan’a gittiniz. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez dedi ki; “Dinler arası diyalog olmaz, din adamları arasında diyalog olur.” Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben buna kavram kargaşası olarak bakıyorum. Mesela “liselerarası futbol müsabakası” ifadesinde kasıt liselerin yarışması değildir. Yarışan öğrencidir. Biz buna “öğrenciler arası futbol müsabakası” demiyoruz, “liseler arası” diyoruz. Şimdi burada da “dinler arası diyalog” denildiğinde kasıt “dinleri alıp birbirine karıştıralım, kaynaştıralım yeni bir din meydana getirelim” anlayışı değildir. Bunu yeryüzünde kimse düşünmez. Düşünürse de yanlış olur zaten. Bu ifadeden kasıt; o dinlerin yetkililerinin, ruhanilerinin, liderlerinin bir araya gelerek konuşması, tartışmasıdır. Ateizm, uyuşturucu, kumar, fuhuş, açlık, savaş gibi insanlığın ortak problemleri hakkında çareler üretmeye çalışmalarıdır. İçerik aynı olduktan sonra başlığın, kavramın önemli olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanımızın dediği de yanlış değildir, o da doğrudur. Eğer bir kavram kargaşası varsa, yanlış anlaşılıyorsa kültürler arası diyalog da denir.
…bitti!

Bu nedenle, fiziki acının çekilip çekilmediğine bakmaksızın dünyanın neresinde ateş yanıyorsa, acı çekiliyorsa, bu düşüncelere ihtiyaç duyuluyorsa, onu taşımak, götürmek için bu insanlar yola çıkarlar.

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ışığının taşınması için o ışığı taşıyan birilerinin olması gerekir. Bir sefer dönüşünde Peygamberimiz (s.a.v.) önce mescidine, sonra kızı Hz. Fatıma annemize uğruyor. Babasının perişan hallerini gören Hz. Fatıma; “Babacığım nedir senin bu çektiklerin, yaşadıkların?” diyerek ağlıyor ve boynuna sarılıyor. Peygamberimiz (s.a.v.) bu durum karşısında; “Kızım ağlama, bir gün babanın ışığı gecenin olduğu her yere ulaşacak” şeklinde buyuruyor. İşte Peygamberimizin (s.a.v.) ışığını gecenin olduğu her yere ulaştıracak olanlar ışık süvarileri, ışık orduları, kınalı küheylanlardır. Onlar Sultan’ın hediyelerini, servetini taşıyan binekleridir. Bu nedenle ışığı taşımak için oralara gidiyorlar.

Yeryüzünün cennet olabilmesi için bu ışığa insanlığın ihtiyacı var. Bu ışığı tanımayanların çok derin acılar çektiğini düşünüyoruz. Hayatı tanımamak, dünyaya niçin geldiğini, niçin yaşadığını, nereden gelip nereye gittiğini bilmemek insanlara acı vermez mi? Bu acıyı dindirmek için bile yollara düşülür. Dünyada yaşanan maddi, manevi acıları dindirmenin yolu da acıların ülkesine gitmek, hicret etmektir.

Bu kahramanların hayatlarını kaleme alırken geriye dönüp kendi yaşamınıza ayna tuttuğunuzda hissettiğiniz eksiklik veya pişmanlıklar oldu mu?

Elbette, ben öyle dört dörtlük bir yazar değilim. Bu hikâyelerin güçlü bir edebiyatçının kaleminden çıkmasını ve klasik eserler oluşmasını çok isterdim. Yeterince yazabildiğimi düşünmüyorum. Yazmak hem yetenek, hem de zamanla ilgili bir durum. Birçok işin, uğraşın, gazeteye haftalık yazı yetiştirme gayretinin arasında bunları da kaleme almaya çalışmak tabii ki beraberinde eksiklikleri getiriyor. Ancak geleceğin güçlü kalemlerine, yazarlarına, gazetecilerine kaynaklık edecek bir arşiv oluşturma düşüncesiyle eksiğiyle, kusuruyla bunları da kaleme alıyoruz.

Yazdığınız “Onlar Sabahı Bekleyemediler” kitabınızı anlatır mısınız?

Kitap, seçmeler yapılarak Rusça ve Kazakça’ya çevrildi. Kitaptaki “Onlar Sabahı Bekleyemediler” hikâyesi de çevrilen kitapların adı oldu. 1999’da Kazakistan’a gittiğimizde Nur Sultan Nazarbey’e hem Demirel’in mektubunu, hem de vakfın ödülünü götürmüştük. O zaman Kazakistan’da büyük emeği olan ve 30’dan fazla okulun açılmasına vesile olan, Kazakların hâlâ çok sevdiği Dr. Ali Bayram Bey de bizimleydi.

Nur Sultan Nazarbey konuşmasında; “Ülkelerin bağımsızlıklarını ilân etmeleri büyük cesaret işidir. Geriye tepme korkusu ve endişesini de beraberinde getirir. Biz bağımsızlığımızı ilân ettikten 19 dakika sonra kardeşim Özal beni aradı ve dedi ki; Nur Sultan kardeşim bağımsızlığınızı ilân etmişiniz. Biz sizin bağımsızlığınızı kabul ediyor, özgürlüğünüzü onaylıyoruz. Parlamentoyu gece topladım, bunu kabul ettiğimizi onayladık. Asıl seni sabah arayacaktım ama sabahı bekleyemedim.”

Kitabın adı da buradan geliyor: “Onlar Sabahı Bekleyemediler”. Bu nedenle Kazakistan bu hikâyeyi çok sevdi ve kitabın adı “Onlar Sabahı Bekleyemediler” oldu. Bir de “onlar sabahı bekleyemeden gidenler” vardı oraya; öğretmenlerimiz, iş adamlarımız, okulları açan arkadaşlarımız. Onları da kapsayan bir hikâye. Onları da anlatıyor, yani sabahı beklemeden koşanlar, erkenden gidenler anlamında. Orada Yazarlar Birliği, Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle bu kitabı bastı. Yazarlar Birliği’nin yaklaşık 600-700 kadar Kazak edebiyatçının da olduğu bir salonda tanıtımı vardı. Buradan da Yazarlar Birliği başkanı İbrahim Ulvi Yavuz vardı, Yavuz Bülent Bakiler Hoca vardı. Onlar da Kazak- Türk edebiyatı üzerine, hem de kitaplar üzerine konuşmalar yaptılar. Orada hikâyelerin çok sevildiğini fark ettik. Çünkü bir Kazak radyosu her hafta radyo tiyatrosu gibi bir hikâyeyi Kazakça okuyormuş. Hikâyeler çok beğenilmiş ve radyo bu yayınla çok iyi tepkiler almış. Dolayısıyla bu öğretmenlerimizin hikâyelerini de bu vesileyle öğrenmiş oluyorlar. Kitap; Rusça, Ukraynaca, Kazakça, Tacikçe ve Türkçe ile birlikte toplam beş dile çevrildi. Bir Kazak edebiyatçısının konuşması esnasında; “Nazım Hikmet’ten sonra ilk defa bir edebi eserin Kazakçaya çevrildiğine dair ” yaptığı vurgu da eser açısından oldukça önemli. Bu vurgu, buradan giden misafir edebiyatçılarımız tarafından da önemsendi. Aslında bu durum en kalıcı ilişkilerin edebi ilişkiler olduğunun da bir göstergesi gibi. Bu anlamda atılan adımlarda henüz yolun başında olduğumuzu görüyoruz.

Bir de o hikâyelerde evrensel ahlaki değerleri vermeye çalışmamız Kazak edebiyatçıları tarafından dikkate değer bulundu ve bunun alanda bir ilk olduğu vurgulandı. Hikâyelerin kurgusunda hiçbir ırkın, dinin dışlanmaması, tamamen evrensel ahlaki değerlerin ön planda tutulmaya çalışılması da yine dikkat çeken ve beğenilen yönler olarak Kazak edebiyatçılar tarafından dile getirildi.

Siz aynı zamanda Diyalog Avrasya Platformunun eş başkanlığını yürütüyorsunuz. Diyalog nedir? Bir koşulu var mıdır? Size göre, kolay diyalog kurmanın üzerindeki engeller nelerdir?

Diyalog, karşındaki insanı olduğu gibi kabul etmektir. Diyalog kurmanın ilk şartı; inancı, ırkı, milliyeti, rengi ne olursa olsun onu olduğu gibi kabul etmektir. Diyalog kurmanın hiçbir ön şartı olmamalıdır. Önyargı ve ön şartla diyalog oluşmaz. Diyalog dâhisi Karaman Hoca’nın dediği gibi insani ilişkilerde üç yol vardır: Kavga etmek; küsmek, kaba söz söylemek, konuşmamak; insanlarla diyalog kurmak. Biz diyalog kurmayı tercih ediyoruz. İnsanlarla ne olursa olsun diyalog kurmak her zaman iyidir. Bu dinler arası, kültürler arası, milletler arası da olabilir. Ben diyalogda sınır tanımayan bir insanım. Yeryüzündeki semavi dinler insanlığın ortak sorunlarına çözüm üretmiyorsa burada bir sıkıntı var demektir. Bu nedenle bütün din adamları bir araya gelerek konuşmak ve insanlığın ortak sorunlarına, acılarına çareler bulmak zorundadırlar. Her dinden din adamlarının, bilim adamlarının bir araya gelerek insanlığın ortak sorunlarına çözüm bulma yollarını araştırdıklarını, bu tür toplantıların sayılarının giderek artmaya başladığını görüyoruz. Bu çok sevindirici bir durum.

Diyalog Avrasya Platformu’nun genel olarak yapısı ve amacı hakkında biraz bahseder misiniz?

Diyalog Avrasya Platformu; Avrasya bölgesinde faaliyet gösteren bir platformdur. Diyalog çalışmaları aslında yeni değil. 1908’li yıllarda Yusuf Akçura’nın, daha sonra Alexander Dubin’in, 1994 lerde devlet üniversitesindeki konuşmalarında Kazakistan Devlet başkanı Nur Sultan Nazarbayev’in konuşmalarında Avrasya diyalogunu dile getirdiklerini görüyoruz.

Ancak bizim Avrasya Diyalog anlayışımızdaki en dikkate değer nokta; devlet, ırk ayırımı yapmadan hepsini kucaklayıcı bir tavrımızın olması. Türkleri, Rusları, Kazakları, Ukraynalıları, dolayısıyla bütün herkesi içine alan bir anlayış. Yaşlı, yorgun dünyanın yeni savaşları, acıları kaldıracak gücünün olmadığını düşünüyoruz. Bizim yoğunlaştığımız temel düşünce; dünyanın yer altı kaynaklarının yüzde 70’ini barındıran, bütün dünyanın dikkatini çeken, pek çok savaşa sahne olmuş, pek çok acının yaşandığı bu zorlu coğrafyada kalıcı bir barışın nasıl sağlanacağıdır. Bu amaca uygun olarak; herkesi kendi konumu ile kabul etme, diyalog kurma, kültürlerin, bilgi ve birikimlerin paylaşımı, karşılıklı saygı ve hoşgörüyü temel alıyor, okullarımızda, üniversitelerimizde, dergilerimizde, romanlarımızda, hikâyelerimizde kalıcı barışı tesis etmenin yollarını arıyor, konuşuyor, tartışıyoruz. Bu konular bu coğrafyada belki de hiç bu kadar yüksek sesle gündeme gelmemişti. Bu yeni ses, yeni soluk, farklı bakış açısı, yeni sunum buradaki insanların pek tabii çok hoşlarına gidiyor. Yaklaşık 15 ülkede bu bölgede yapılanma içinde oluşan ofislerimiz, milli komitelerimiz var, başkanlar, temsilciler var. O ülkelerdeki aydınlar da bu işe destek veriyorlar. Her yıl ya da iki yılda bir Antalya’da 600–700 kişilik toplantılar düzenliyoruz. Genel başkanlar değişiyor. Şimdiye kadar yapılanlar, yapılması gerekenler konuşulup tartışılıyor. Avrasya’nın aydınları birbirleriyle tanışma ve tartışma fırsatı bulabiliyorlar. Bu şekilde gerçekleşen ülkeler arası kültür ve fikir alışverişinin çok yararlı olduğunu düşünüyorum.

Çıktığınız bu yolda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz en büyük hayaliniz ne idi? Gerçekleştirdiniz mi veya o yolda mısınız?

Hayaller bildiğiniz gibi elle tutulan, gözle görülen şeyler değil. Bizim bir “yitik cennet” hayalimiz var. Cennet sadece ahrette, diğer hayatta olan bir şey değil. Allah yeryüzünü de cennet olarak yaratmış. Mesela vatanımızdan bahsederken cennet vatanımız demiyor muyuz? Her vatan kendi insanı için aslında bir cennettir. Evler de cennetin köşelerinden biridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ifadesiyle; “Evler de cennet köşelerinden bir köşedir, inanan insanın evleri de öyledir.” Biz maalesef günümüzde o aile kavramını yitirmişiz. İki sene önce Antalya’daki toplantıda Avrasya’da aile kurumunu gündeme aldık. Savrulan, kaybolan aile kurumunu konuşup tartıştık. Bizim hayalimiz bir yeryüzü cenneti. İnsanlığının yeniden böyle bir baharı yaşaması hayali. Hayaller insanların çocuklarıdır. Onları besler, büyütürler. Bizler de bu hayalimizi düşüncelerle, çalışmalarla beslemeye devam edeceğiz. Bunu başarıp başaramayacağımız bilemiyoruz ancak bize düşen görev bu coğrafyada bu hayalleri gerçekleştirmek.

Bu hayali bir başka grup Avrupa’da, Amerika’da gerçekleştirmeye çalışır. Zaman içinde Avrasya dediğimiz şey Hindistan’a, Çin’e, Avrupa’ya açılır, bu çalışmalar oradaki çalışmalarla bütünleşir, farklı farklı kolların bir nehir yatağında birleşmesi gibi coşkun ırmaklar meydana getirir diyoruz. İnsani olan bu düşüncemiz şimdiye kadar paylaştığımız herkes tarafından kabul gördü.

Aslında bununla ilgili geçmişte birçok kitabın yazıldığını da görüyoruz. Cecile Samartin’in “Yitik Cennetler”i, Bill Tong’un “Yitik Cennet”i, Sezai Karakoç’un “Yitik Cennet”i, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Yitirilmiş Cennet’e Doğru” kitapları bunlar arasında akla ilk gelenler. Eflatun’un “Devlet”inde, Farabi’nin “El-Medinetü’l Fazıla”sında, Thomas Morus’un “Cumhuriyet”inde, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”nde de bu anlatılıyor. Hep erdemli insan, erdemli şehir, yani insanlar birbirleri ile huzur ve güven içerisinde yaşayabildikleri bir dünya hayal edilmiş. İşte bu da bizim diyalog hayalimiz.

4. Semavi ve Evrensel Dinler Kongresine katılmak üzere Kazakistan’a gittiniz. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez dedi ki; “Dinler arası diyalog olmaz, din adamları arasında diyalog olur.” Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ben buna kavram kargaşası olarak bakıyorum. Mesela “liselerarası Futbol müsabakası” ifadesinde kasıt liselerin yarışması değildir. Yarışan öğrencidir. Biz buna “öğrenciler arası Futbol müsabakası” demiyoruz, “liseler arası” diyoruz. Şimdi burada da “dinler arası diyalog” denildiğinde kasıt “dinleri alıp birbirine karıştıralım, kaynaştıralım yeni bir din meydana getirelim” anlayışı değildir. Bunu yeryüzünde kimse düşünmez. Düşünürse de yanlış olur zaten. Bu ifadeden kasıt; o dinlerin yetkililerinin, ruhanilerinin, liderlerinin bir araya gelerek konuşması, tartışmasıdır. Ateizm, uyuşturucu, kumar, fuhuş, açlık, savaş gibi insanlığın ortak problemleri hakkında çareler üretmeye çalışmalarıdır. İçerik aynı olduktan sonra başlığın, kavramın önemli olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanımızın dediği de yanlış değildir, o da doğrudur. Eğer bir kavram kargaşası varsa, yanlış anlaşılıyorsa kültürler arası diyalog da denir.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.