Ateşe Düşen Gül
Akşamları Çamlıca’daki evime giderken bazen Emniyet Mahallesi’ndeki manav Aydın Bey’e uğrarım. Aydın Bey sevimli, sempatik biridir. Daha uzaktan görür görmez paralanır, parçalanır.
Geçen yıla kadar oğlu Uğur da kendisine yardım ederdi.
Uğur, sevimli simasıyla, güneş vurmuş pınarlar gibi ışıltılı ela gözleriyle, yay gibi gergin siyah kaşlarıyla bir pınar perisi kadar güzel bir delikanlıydı.
Sessizdi, sakindi.
Dükkânda göremeyince askere gittiğini öğrendik.
Ara sıra uğradığımda söz ne zaman Uğur’dan açılsa baba Aydın Bey’in yüzünde ve sesinde, oğlunu askere göndermenin gururu ve mutluluğu hissedilirdi.
Sıcak bir ağustos akşamında eve doğru giderken yine uğradığım dükkânda hiç alışık olmadığım bir ıssızlık vardı. Meyve kasaları bomboştu. Biraz sonra içerden kasaların arasından yarı uykulu yorgun bir genç çıktı.
“Aydın Bey nerede?” dedim.
“Gazetelerden okumuş olmalısınız, Kıbrıs’ta askeri disiplin koğuşunda komaya sokuluncaya kadar işkence gören asker, Aydın Bey’in oğlu Uğur’dur. Babası GATA’da başında bekliyor.”
Başımdan kaynar sular döküldü.
O günden sonra sık sık Aydın Beyle telefonla konuşarak Uğur’u sordumsa da hiç umut verici bir cevap alamadım. Sonbahar rüzgârlarının hazin estiği yağmurlu bir Cuma günü yeşil örtüler içinde doğduğu evin önüne getirdiler Uğur’u.
Evin olduğu sokağa bir çığlık düştü.
Anne-babasının; “Uğurum! Keşke senin yerine ben ölseydim, yavrum, yavrum…” ağıtları;
Kardeşlerinin, “Kardeşiiim… Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” feryatları yeri göğü inletti.
Hele cenaze arabasının evin önünden camiye doğru hareket ettiği sırada kız kardeşlerinin, “neden kardeşimin gitmesine izin veriyorsun” der gibi babalarına sarılışı, annenin kendini yerlere atışı, o yüreği yanık babanın çaresiz bakışları, uzayan sakallarının arasından ırmaklar gibi boşanan gözyaşları dayanılacak gibi değildi.
Ev günlerce gelip gidenlerle dolup taştı. Birkaç gün önce mahalle camiimizin hocası Abdurrahman Bey’le Emniyet Mahallesindeki evine yine uğradık.
‘Dükkâna uğramıyorsun’ dedim.
Acı acı baktı yüzüme.
Sağ eliyle böğrünü göstererek, “şuramda bir hançer saplı, öylece duruyor, o çıkmadan biraz zor, pek çıkacağa da benzemiyor, elim ayağım tutmuyor” dedi. Karşımızda üç ay boyunca her gün acıların biraz daha yonttuğu hüzünden bir abide gibi duruyordu.
Oğluyla birlikte ölen babayı biraz konuşturmak istiyordum.
“En son ne zaman konuşmuştunuz Uğur’la?” dedim.
“Uğur’umla hemen her gün konuşuyorduk” diye başladı sözlerine.
“En son telefonunda, uçak biletini aldığını, annesine ve kardeşlerine hediyeler alacağını uzun uzun anlattı.
Annesine; ‘Anne gelince çok sarılacağım sana, çok özledim seni, bak uçağın numarasını unutma’ dedi.
En çok da bu sözlerini unutamıyor anası ‘Oğlum! Sen bana sarılamadın’ deyip oğlunun tabutuna sarılıp sarılıp ağladığı gibi şimdi de toprağına sarılıp sarılıp ağlıyor. Anasını teselli edemiyoruz. Oğluyla birlikte zavallı anası da öldü.
Yavrum izin bile kullanmadı. “Baba ben burada oruç tutamam, Ramazanla birlikte orada olmak istiyorum” diyordu.
Ramazan’a on üç gün kala Uğur’umun sesi soluğu kesildi.
Ne zaman arasak ‘Uğur kampta’ diyorlardı. Terhisine beş gün kalmıştı. Bir gün telefon geldi. “Uğur hasta, GATA’ya getiriyoruz, acele gelin” Deliye dönmüştük. Hemen Ankara’ya koştuk.Saat 15 00’de hastaneye vardığımızda Uğur daha gelmemişti. Dakikalar geçmek bilmiyordu.
Gece 21: 00′ de hastanenin önünde bir ambulans durdu. Uğur’umu hortumlara bağlamışlar, ağzından burnundan borular geçmiş, yüzünde oksijen cihazı… Boğazından derin bir hırıltı geliyordu. Ayakları haşlanmış derileri dökülüyordu. Derileri, güneşte soyulmuş bir yılan derisi gibi kavlamıştı. Bir deriyi günlerce güneşte kurutursunuz ya, işte öyle.
“İlk gördüğüm bu kare ölümüne kadar üç ay boyunca hep benimle birlikte oldu. Serum taktıklarında idrarından kan gelmeye başladı. Sekiz gün susuz bırakmışlar yavrumu. Ciğerler bitmiş, kalb bitmiş, böbrekler kurumuş…
Terhisine bir-kaç gün kala askeri koğuşta feci şekilde dövüyorlar, su istiyor, “Ne olur Allah rızası için bir yudum su” diyor, banyoya götürüp orada bayılıncaya kadar dövüyorlar, “Al sana su” diyerek sıcak su ile haşlıyorlar.
Sonra da ellerini sandalyeye kelepçeleyip temmuz un sarı sıcaklarında saatlerce tutuyorlar. Bayılıyor. ‘Kalk numara yapma’ diye yine dövüyorlar. Hastaneye götürmek için gelen görevliler, sandalyede güneşin altında elleri kelepçeli buluyorlar.
Elleri kolları bağlı güneşin bağrında yakıyorlar yavrumu.
Hangi kitapta var bu.
Yiğitlik midir emanet cana kıymak? Ben yavrumu onlara emanet etmiştim.
Geçen gün işkence gören askerlerden biri; ‘Koğuşa girer girmez, ilk önce ite –kaka botlarımı ve elbiselerimi çıkarttılar. Siyah bir pantolon, siyah bir gömlek ve siyah bir kep verdiler. Ve bir Cehennem hayatı daha o andan itibaren başladı. Beni zorla içi insan dışkısı dolu lağım gibi bir yere soktular. Tabaklara pislik doldurup bir arkadaşımla birlikte karşılıklı bir birimize yedirdiler’ diyordu. Suçları ne bu çocukların anlamıyorum. Kuzey Kıbrıs’ımı satmışlar.
Ancak yaşayan bilir. 80 gün Uğur’umun başında kaldım, bana 80 sene gibi geldi.
Ölüm kokan koridorlarda hep duvarları yumrukladım durdum.
Annesi, ‘Oğlum kalk! Kız kardeşlerin seni evde bekliyorlar, haydi yavrum aç gözlerini’ diyerek, günler boyunca ağladı başucunda. Anasının o gözyaşları da geri döndüremedi Uğur’umu.
Gözlerini hep tavana dikti, durdu. Hiç konuşmadı, hiç bize bakmadı. Hiç tebessüm etmedi. Tam üç ay boyunca ölümle hayat arasındaki o ince çizgide gitti geldi. Ben, GATA’nın koridorlarında güz rüzgârlarında savrulan bir yaprak gibiydim.
“Esire bile götürüp suyunu yemeğini veriyorsun. Terhisine beş gün kala yavrumu aldılar elimden. Göz göre göre katlettiler.
Ben ölene kadar Uğur’umu bir daha göremeyeceğim.
Uğur’um ben askerde iken dünyaya gelmişti. Askerden döndüğümde iki yaşına yakındı. Beni ilk gördüğünde ‘dayı hoş geldin!’ dediğini hiç unutamıyorum.
Uğur’um o kadar sıcakkanlı, o kadar düzgün bir çocuktu ki, bana bir gün karşı gelmemiştir. Saf, temiz, merhametli bir çocuktu. Bir gariban görsün sırtındaki ceketi çıkarır verirdi.
Ölümüyle de öyle bir ışık açtı ki insanlara, disiplin koğuşlarında işkence gören arkadaşlarına kendini feda etti.
GATA’daki doktorlar candan ilgilendiler.
Vefatına birkaç gün kala ateşler içinde yandı durdu yavrum. Onun alevlerinin çıtırtılarında ben de yanıyordum.
Yandı da yandı Uğur’um.
Alevlere düşen bir gül yaprağı gibi yandı. Ve ateşe düşen bir inci gibi can verdi. Gece üç sularında savcıyla morga indik. Bir buzdolabının kapağını çekerek, ‘Oğlun bu mu?’ dedi.
“Evet” dedim. O anda ben taş oldum, bildiğin taş, gözümde bir damla yaş yok, o gece sabah olmadı…
Olmadı da olmadı…
Kız kardeşleri onun elbise ve diğer eşyaları için evde özel bir bölüm oluşturdular.
‘Ağabeyimizin eşyaları burada hep duracak’ dediler. Her gün acımız bine katlanıyor. Bine katlanıyor, bine katlanıyor…”
Aydın Bey de, gece de, yüreklerimiz de yorulmuştu. Kalkıp Uğur’un özel eşyalarının olduğu dolabın kapağını açtım. Eşyaların arasında bir de sırlarını sakladığı defter duruyordu.
“Sokaklarda, köşelerde geceler boyunca bekledim.
Ağladım… Ağladım…
Seni hep sevdim ama seni sevdiğimi söyleyemedim.
Ağladım… Ağladım…”
Dört ayağı birden kesilmiş bir küheylan gibi duran babasına dönerek, “sevdiği biri var mıydı?” dedim.
Boynunu büktü.
Belli belirsiz bir söz düştü dudaklarından.
“Vardı ya… Vardı…”
2 thoughts on “Ateşe Düşen Gül”
abi ne mükemmel yazılarınız var kaleminize ve yüreğinize sağlık.
Allah rahmet etsin . yakınlarına sabrı cemil versin..Çok acı yıllarca yetişirdiğin büyüttüğün karşıdan bakıp övündüğün fidanın bir kendini bilmezin elinde harap oluyor hayat hakkı alınıyorya .bu devirde mazlumlara sesi çıkmayanlara garibanlara olan oluyor.