“Allahım! Çok şükür benim kızımmış!”
Gün, Karakum Çölü’nün tepelerine veda hazırlığında.
Uçsuz bucaksız bir çöl…
Koca Türkmen Yunus düşüyor hayalime.
Mevlana’nın; "manevi mertebelerde ne kadar yürüsem hep Yunus’un ayak izleri ile karşılaşıyorum" dediği gibi; ekibimizle nereye gitsek sabır süvarilerinin ayak izleri hep önümüzdeydi.
Çok önden gitmişler.
Nereye gitsek herkes Eyüp Öğretmen ve eşi Ayşe Hanım’ın fedakarlıklarından söz ediyordu.
İki fedakar insan çocuklarını da yanlarına alarak koşmuşlar Ata topraklarına.
Sakarya’nın gönül okşayıcı serin bahçelerini bırakarak, 1993’ün sıcak bir ağustos günü gelmişler, bu yanık çöllere.
İkisi de bir devlet okulundaki görevlerinden istifa ederek kopmuşlar, çok sevdikleri ülkelerinden.
Anayurt’tan ayrılırlarken Ayşe Hanım’ın annesi, günlerce göz yaşı yağmurlarında yıkanmış.
Bir yıl önce ölen kocasının ölümüne bile bu kadar ağlamamıştır. Belki de bu gidiş kaybının acısını ikiye katlamaktadır.
Hele veda vaktinde o sarsıla sarsıla ağlayışı, Ayşe Hanım’ın hala gözlerinin önündedir.
Eyüp Bey’in babası;
"Herkes iş ararken bunlar hangi akla hizmetle gül gibi görevlerini bırakıp yad ellere gidiyorlar" diyerek o kurban bayramını, onlara da kendisine de zehir eder.
Bir taraftan orada bekleyen talebeler, diğer taraftan anne baba hakkı…
Karar vermek hiç de kolay değildir.
Oğluna laf anlatmanın zor olduğunu bilen merhametli ve çaresiz baba gelinine;
"Kızım sen gitme, o döner gelir" der.
Halbuki Ayşe Hanım hicret için daha bir can atmaktadır.
Hem birkaç gün önce rüyasında,
uçağa binerek, kızgın bir çölün susuz, solgun ve boynu bükük güllerine doğru uçmuştur.
Günümüzün bu Sabır Süvarileri bir an evvel koşmak isterler, sevdalarına.
Eşyalarını hazırlayıp yola çıkacakları an, Eyüp Bey’in babası, beylik tabancasıyla karşılarına dikilir.
Konu- komşu koşuşurlar.
Öfkeli babanın kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kalırlar ve dışarı çıkardıkları eşyaları geri, içeri taşırlar.
Öfkeli baba, evin karşısındaki kahvede uzun bir süre oturduktan sonra, gitmekten vazgeçtiklerine inanır ve evinin yolunu tutar.
Çoluk çocuk bindikleri bir taksiyle, İstanbul’un yolunu tutarlar.
Çocuklar tatlı hayaller içindedir. Annelerine; "Saray gibi bir yere gidiyoruz değil mi anne?"derler.
O çocuk haliyle anne babasında gördüğü heyecanı böyle yorumlamış olmalılar.
O mutluluğun anlamı ancak saray gibi bir yer olabilirdi.
Bulutların üzerinde uçarlarken;
"Ya Rasulallah! Sen Mekke’den Medine’ye göçtün diye biz de Türkiye’den Türkmenistan’a göçüyoruz. Sen ne zorluklarla, çölde güneşin bağrında, deve sırtında, aç, susuzdun; bizse uçakla gidiyoruz., Allah’ım! Sen hicretimizi lütfunla kabul eyle." diye, dualar ederler.
Başkent Aşkabat’a indiklerinde ciğerlerine bir anda gül kokusu doluverir.
Bunu, hicretlerinin kabulü sayarlar.
Sonraki gün kadim bilgelin merkezi Merv’in yolunu tutarlar.
Güneşin sıcaklığı dağı taşı eritmektedir.
Uçaktan, sahabe türbeleri görünür.
Öylece çölü beklemektedirler.
Ayşe Hanım çok duygulanır, Eyüp Bey’e dönerek;
"Bu topraklarda ölürsem beni bu sahabelerin yanına gömün ne olur, bir umut, onlarla birlikte haşr olmak istiyorum" der.
İkamet edecekleri evde ise tahayyül edilebilecek her türlü yokluk onları beklemektedir.
Camlar kırıktır, kapılar tam kapanmamaktadır, yemek pişirecek tencereleri yoktur.
Yeni bağımsızlığına kavuşan, henüz kurulmakta olan ülkede mağazalar bomboştur.
Bir kaç gün buldukları bir tencerede pişirip, kapağında yerler.
Çocukların üstü başı kirlenir. Ne bir leğen vardır, ne de su.
"Sırtında ağır bir yük varmışçasına coşkun akan Sakarya’nın" bereketli kıyılarından, bir damla suya hasret kızgın çöllerin ortasına düşmek, ne ağır imtihandır ya Rabbi!
Kirli diye çıkardığı çamaşırları " o kadar da kirli değilmiş" diye tekrar tekrar giydirir çocuklarına.
Yıkanan çamaşırları asacak ip bile bulamaz.
Yatakları olmadığı için, günlerce betonun üzerindeki halı da yatarlar.
Bir sabah, böbreklerinin ağrısı ile uyanır Ayşe Hanım.
Yolda gelirken Eyüp Bey’e, " çamaşır makinesi olsa başka bir şey istemem" demiştir. Şimdi değil çamaşır makinesi bir leğen bile bulamaz.
Ekmek bulmak da zordur.
"Bari un alıp , ekmek yapalım" der, fakat ne çare gelen un kokmuştur.
Eyüp Bey, sabah yedi, gece iki mesaisi yapar.
Yeni açılan okulun hem eksikleri çoktur hem de öğrenciler ilgi beklemektedir.
Bir akşam eve misafirler gelecektir.
Ayşe Hanım, bir yandan eve gelen Türkmen talebelere Kur’an öğretmekte, diğer taraftan mutfağa girip çıkmaktadır.
Bir anlık dalgınlıkla küçük Zeyneb’in bir kuş gibi camdan aşağı uçuverdiğini görür.
Çığlık çığlığa koşar, aşağıya.
Tilla adındaki komşu kadın ondan önce koşar.
Sanki düşen onun çocuğudur.
Nasıl ağlar , nasıl hıçkırır.
Geldiklerinden beri hiç yağmur yağmamıştır; yerler çok serttir.
Küçük Zeynep kanlar içersinde, baygın yatmaktadır.
Ses seda vermez.
Suyla yüzünü gözünü yıkar, Tilla Hanım.
Zavallı ana, yavrusu değil de kendisi düşmüş gibidir. Bütün bedeninden dermanı çekilip gitmiştir.
Sadece dudakları kıpırdamaktadır. Belli ki Küçük Zeyneb’i için durmadan dualar etmektedir.
Hastaneye uçururlar.
Doktorlar içeri girip çıkar ama hiç biri Ayşe Hanım’ın yüzüne bakmadığı gibi suratları da asıktır.
Küçük Zeyneb’in durumu ağırdır.
"Dört duvar arasında yatıyor yavrum, dardayım, bana yardım et Allah’ım! Ah Ya Rabbi! Seni ne kadar uzaklarda aramışım ben, meğer ne kadar yakınmışsın. Seni ne kadar yakınımda hissediyorum şu anda kimse bilemez." diyerek gözyaşı döker.
Eyüp Bey bütün aramalara rağmen bulunamaz. Akşam eve ilk kez gelecek misafirler için çarşı pazar, tabak, çanak peşindedir.
Onu bulduklarında önce okuldan bir talebenin düştüğünü sanarak; "Eyvah bu çocuklar bize emanetti, sahip çıkamadık, ya bin bir emekle açılan okulumuzu kapatırlarsa, ya hicretimiz yarım kalırsa" diye acı ve endişeyle kıvranır.
Fakat düşenin küçük Zeyneb’i olduğunu öğrenince;
"Allah’ım! Çok şükür benim kızımmış" diyerek Rabbine şükreder.
Yoğun bakım odasının önünde bekleyen eşinin yüzündeki acıyı görünce anlar durumun dehşetini.
Eyüp Öğretmen’in ailesi için hicret ateşten bir gömlek olmuştur. Ama onlar bu gömleği rıza ile giymişlerdir.
Eyüp Bey, biricik Zeyneb’inin kapısında nöbettedir.
Duygu yağmurlarında ıslanır;
Bir daha o güzel dudaklarıyla "baba" diyecek midir?
"Babacığım!" ne olur geceleri biz uyumadan gel, biz seni özlüyoruz" diyebilecek midir?
Sonraki gün, Eyüp Bey, küçük Zeyneb’in kanlı çamaşırları gönderir eve.
Çamaşırların içersinde küçük muhacirin kesik saçları da vardır.
Kınalı saçları kanlara belenmiştir.
Kızının, kanlı çamaşırlarını görünce, yüreğinden ok yemiş bir maral gibi anacığı salar kendini ve sarsıla sarsıla, sesinin çıktığı kadar ağlar..
O gurup vakti, buruk bir gönülle seslenir Yaradan’a;
" Ah Rabb’im! Tabak, çanak, leğen, ip, peşinde ne güzel günleri kendime zehir etmişim,"
Eyüp bey, bir hocayla görüşerek yavrusu için kefen ve mezar yeri bakar.
Ayşe Hanım’sa hiç ümidini yitirmez. İçinden bir ses"Rabb’in, yavrunu sana geri verecek" der.
Küçük muhacir Zeynep yirmi yedi gün sonra komadan çıkar. Usulca gözlerini açar. Minik dudakları;
"Baba!" diye kıpırdar.
***
Uçsuz bucaksız bir çöl…
Gün, Karakum Çölü’nün tepelerine veda hazırlığında.
Koca Türkmen Yunus düşüyor hayalime.
Mevlana’nın; "manevi mertebelerde ne kadar yürüsem hep Yunus’un ayak izleri ile karşılaşıyorum" dediği gibi; ekibimizle nereye gitsek sabır süvarilerinin ayak izleri hep önümüzde.
Gecenin en erkeninde düşmüşler yola.