HARUN TOKAK

“Analar Çocuklarınızı Atmayınız!”

Soğuk bir kış gecesi daha sona eriyor ve Moskova, sokaklarda sabahlayan kimsesiz bir adam gibi yavaş yavaş gözlerini açıyor.

Kaputu kar kaplı, siyah saçları soğuktan sertleşmiş, kirpikleri buz tutmuş bir halde durmuş, öylece bakıyor, günün ilk ışıklarına.

Günün ışımasıyla birlikte Sıra Selviler’den İstiklal Caddesi’ne sapar gibi kıvrılıyoruz Arbat Sokağı’na.

Yağlı boya satıcılarının el emeği nefis tabloları, eski sahafları andıran kitapçıların göz nuru kitapları, hediyelik eşyalar… birer ikişer tezgahlardaki yerlerini alırken, biz de Arbat Sokağı’nı adımlamaya başlıyoruz.

Bu dakikalarda kar kokuyor, Arbat.

Kalın kürklerine bürünmüş kadınlar, kalın paltoları içersinde erkekler birer ikişer görünmeye başlıyor, sokağın başında.

Sabahın bu soğuğunda genç bir anneyle baba sevimli bebeklerinini de yanlarına almışlar.

Sevimli bebeğin bindiği araba, buz gibi parke taşlarının üzerinde etrafa minik tıkırtılar yayarak ilerliyor.

Özenle sarılıp sarmalanmış o sevimli bebeği ve üzerine şefkatle titreyen annesini görünce bir gün önce izlediğim bir belgeseldeki acı sahneler canlanıyor, Arbat’ın ayaz sahnesinde.

Belgeselin adı tam bir kıyamet kelimeleri, bir ahir zaman tasviri:

" Anneler! Çocuklarınızı Atmayın."

Üzüntüyle birlikte sarsıntı yaşamamak imkânsız.

Savaşların getirdiği zor şartlarda bile babası şehit olan ya da esir düşen çocukların anneleri, yetim yavrularının çevresine sevgiden bir kale kurar, onlara gelebilecek her türlü cefaya göğüs gererlerdi.

Bu da hepimizin gözünde anneyi daha bir kutsallaştırır ve biz bundan başkasını düşünemezdik.

Oysa "Anneler! Çocuklarınızı Atmayın " filmi bütün kanaatlerimizi sarsacak bir acı dönüşümü anlatıyor.

Özellikle kırsal kesimlerden dünyanın büyük metropollerine okumaya ya da çalışmaya giden kızlar, buralarda dünyaya getirdikleri gayr-i meşru çocuklarını ya kilisenin önüne ya da bir parka bırakıp ortadan kayboluyorlarmış.

Tıpkı, Türk filmlerinde, iç paralayıcı sahnelerde görmeye alışkın olduğumuz parklarda bırakılan, cami önlerine atılan çocuklar gibi.

Ya da, daha birkaç gün önce, ağzı bantlanarak Bağcılardaki bir caminin avlusuna bırakılan ve donmak üzere iken bulunan, Şafak bebek gibi.

Daha çok da mazbut bir çevreden geldiği için kucağında gayr-i meşru bir evlatla memleketine dönmek istemeyen kadınlar çocuklarını bırakıp gidiyorlar.

Kendisini bu kimsesiz çocuklara adamış olan bir sivil toplum örgütü her milletten fedakar anneleri, konuya duyarlı sanatçıları ve din adamlarını da projeye dahil ederek bu acımasız annelere;

"Ne olur çocuklarınızı atmayın, onlar sizin yavrularınız, onların da sıcak bir yuvaya, anne sevgisine ihtiyaçları var" diye sesleniyor.

Avrupa ve Amerika’da da şimdilerde oldukça yaygın olan bu dernekler, insanlık olarak ne kadar acı bir gerçekle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Belgeselde, ilahi merhametin yeryüzündeki temsilcileri fedakar anneler konuşuyor:

Bir Rus anne:

"Benim yapışık ikizlerim vardı. Elimden almak istediler vermedim, nasıl verebilirdim. ‘Bakamazsın’ dediler ama ben annelik içgüdümle bu çocuklara bakabileceğimi hissettim.

İlk zamanlarda çok zorluklar yaşadımsa da onları kimseye vermedim.

On üç yaşına kadar bitişik yaşadılar. Sonra ameliyatla ayrıldılar.

Şimdi çok şükür iyiler"

Sözlerinin sonundaki; "Anneler! Çocuklarınızı atmayınız!" cümlesi bir çığlık gibi düşüyor ekrana.

Sonra bir Tacik anne geliyor, görüntüye;

"Bebeğim daha doğmadan özürlü olduğunu söylediler.

‘İsterseniz alalım’ dediler.

Ben hayır, bu çocuk bana Allah’tan geldi, doğurmam lazım, dedim.

Doğduğunda elleri ve ayakları hiç tutmuyordu, sadece bedenini çok az oynatabiliyordu. Babası ve ben üç ayrı işte çalışarak, tedavisi için para biriktirdik.

Eğitimini evde takip ettik, liseyi birincilikle bitirdi, üniversite okuyor şimdi, altı dil biliyor.

Ben bu yavrumu karnımda iken öldürseydim haksız olmaz mıydım?

Lütfen anneler! Çocuklarınızı atmayın," diye tamamlıyor, sözlerini.

Anneleri konuşurken, o masum yavruların minnet duyguları damlıyor gözlerinden.

Annelerinin gözlerinin ta derinliklerine bakarak;

" Bizim annemiz aslında anlattığından daha da fedakârdır" sözleri sessiz bir çığlık gibi aksediyor, ekrana.

Televizyon sunucusu bir Rus hanımefendi;

"Ben kimsesizler yurduna sık sık gidiyorum. Oradaki çocukları çok seviyorum.

Hepsi sevgiye çok muhtaç, aciz bebekler. Anneler nasıl bu kadar güzel varlıkları sokağa atarlar bilemiyorum.

Afrika’ya program için gittiğimde; o yoksul ve siyah kadınların sırtlarına çocuklarını bağlayarak çalıştıklarını gördüm.

Evet insanlar açlar, muhtaçlar ama çocuklarını sokağa atmıyorlar. Anne sıcaklığı vermeye çalışıyorlar. Anneler! Ne olur çocuklarınızı atmayın," diye yalvarıyor.

Yaşlı bir rahibe geliyor görüntüye. Acı bir haber vereceği siyahlara bürünmüş halinden belli, konuşurken gözyaşlarını tutamıyor

"Benim görev yaptığım kilisenin bahçesine değişik zamanlarda on üç bebek atıp kaçtılar, ben bebeklerin hepsini evime götürüp onlara annelik yaptım. Şimdi, hepsi okullarının en başarılı öğrencileri.

Bana karşı çok saygılılar. Beni anne biliyorlar. Anlayamıyorum bu masum yavruları nasıl sokağa bırakırlar.

Ne olursa olsun, onlar sizin çocuklarınız çocuğunu atan ana insan olamaz., Bir anne vicdanı buna nasıl izin verir. Hiçbir din hiçbir töre buna izin vermez. Anneler! Çocuklarınızı sokağa atmayınız. "

Son olarak kimsesizler yurdunun müdiresi konuşuyor;

"Buraya getirilen çocuklara en iyi şekilde bakmaya çalışıyoruz ama onlara tabii ki hiçbir zaman anne sevgisini veremiyoruz.

Buraya gelen çocuklar bir müddet sonra ağlamayı da unutuyorlar. Anne sıcaklığını hissedemedikleri için gözlerinde yaşlar da çekilip gidiyor.

Susuz pınarlara dönüyor o güzel gözleri. Buradan bütün annelere sesleniyorum. Çocuklarınızın kıymetini bilin.

Çocukları olmayan o kadar çok aile var, onlar çok üzülüyorlar. Bir evlatlarının olması için her yolu deniyorlar. Hatta kutsal yerlere gidip dualar ediyorlar. Allah sizlere evlat gibi bir güzellik vermiş ve siz bu güzelliği yok ediyorsunuz."

Bir güzel bebek Arbat’ta yürüyor.

Anne şefkatle bakıyor, yavrusuna.

Belli bebek üşümüyor, çünkü etrafına gülücükler saçıyor ama biz üşüyoruz.

Hem de iyiden iyiye üşüyoruz.

Anasızlık ateşinde üşüyen bebekler gibi üşüyoruz.

Dünyadaki bütün yapılar yıkılır da annelerin sevgi sarayları hiçbir zaman yıkılmaz, diye düşünürdük.

O hal kıyamettir, mahşerdir, diye düşünürdük.

Çünkü bir annenin kendisinden bir parça olan yavrusunu bırakıp gitmesi ancak mahşer’in dehşet sahnelerinde görülebilecek bir haldir.

Bu duyguların sağanağı altında yürüyoruz, Arbat’ta.

Biraz da bizim garip ve yetim olduğumuzu anlamış olmalı ki sessiz ve derinden bir soğuk, efelendikçe efeleniyor.

Arbat kar kokuyor.

Sokağın ortasına doğru geldiğimizde sanki soğukluğu an be an artan derin bir dip frize doğru dalıyormuşuz gibi donmaya başlıyoruz.

Önceleri, rüzgarın efelenmesine pek aldırış etmiyoruz. Ama o, önündeki bütün siperleri bir bir bertaraf ederek ordugahın merkezine doğru koşan bir muzaffer kumandan edasıyla kalın paltolarımızı, kazaklarımızı, gömleklerimizi geride bırakarak yüreğimize doğru koşuyor.

Puşkin’in evine vardığımızda, pes ediyoruz.

Biz geri dönerken, o sevimli bebek anne babasının kollarında hala Arbat’ı adımlıyordu.

Bebek arabasının tıkırtıları düşüyordu, buz gibi parkelere.

Arbat’ta bir kez daha anladık ki ayaz değil, anasızlık üşütüyor insanı.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.