“Adsız oğlan” öldü
Gurbette…
Nürnberg ‘te…
Bir hastane odası…
Dünyadaki son durağı burası…
Kırgızların en karanlık gecelerine doğan dolunay, o odada battı.
Doğudan doğan ışık, batıda bu odada söndü.
Bir asra yakın göklerde süzülen güzel kuğu, son şarkısını o odada söyledi.
Bir ömür boyu coşkun akan ırmak, nihayet kendi yatağına o odada çekildi.
Edebiyat okyanusunun sınır tanımayan dev dalgaları, o odada durdu.
Issız bozkırları ayağa kaldıran ses, o odada dindi.
Edebiyat ufuklarının Zühre Yıldızı o oda da söndü.
Elveda… Elveda Gülsarılar, Gün Olur Asra Bedeller, Toprak Analar, Beyaz Gemiler, Cengiz Han’a Küsen Bulutlar, Öğretmen Duyşenler, Cemileler…
Gökkubbede hoş bir sada olarak kaldılar…
Sarıözek Bozkırları’nda trenler yine doğudan batıya, batıdan doğuya gidip gelecek ama içinde Cengiz Aytmatov olmayacak.
Issız bucaksız bozkırlarda atlar yine başı boş koşacaklar, üzerlerine Aytmatov atlamayacak…
Issık Göl, yeryüzünün bir gözü gibi gökyüzüne hep bakacak ama Aytmatov’u göremeyecek…
Bozkırdaki rüzgârlar, saçlarını dalgalandırmayacak. Dağlardaki ozanlar, hüzünlü türkülerini duyuramayacak…
Şeker Köyü’nden kanatlanan hüzünlü kuğu göklerde görünmeyecek…
En karanlık gecelerde Kırgızlara yol gösteren yıldız, bir daha doğmayacak…
Al yazmalı, Selvi Boylu Asya’sını bir daha asla göremeyecek…
Halbu ki ne emekler vermişti… “Asyaaa…” diye nasıl haykırmış, bozkırları nasıl da ayağa kaldırmıştı.
“Sevgi emek ister.” demişti. O çok sevdiği Asya’sının üzerine bir kâbus gibi çöken gecelerde, karanlıkların dalga dalga kabardığı günlerde; Ruslar’ın efsanevi kahramanı Danko gibi yüreğini eline almış “yüreğimin ışığına gelin” diyerek, peşine düşen insanlarla, yüreğinin götürdüğü yere doğru yürümüştü.
Edebiyat güneşinin sarı kızıl ışınları, gurbetteki alaca bulutların üzerinden kayıp kayboldu ve birden dünyamız karardı.
Edebiyat dünyası, şimdi hüzünlü yağmurlar altında ıslanıyor.
Fundalıkların arasındaki dar patikada Cemile artık tek başına yürüyor.
Başı açık, saçları ağarmış, kederin heybetiyle erişilmez, ulaşılmaz bir yüceliğe kavuşmuş kadın Seyde, kucağında çocuğu ile yalnız başına bir abide gibi duruyor.
Nayman Ana, kendi öz kültüründen, dininden, inançlarından uzaklaştırılan, mankurtlaştırılan oğluna tek başına ağlıyor…
*********
Seksen yaşındaydı ama hâlâ çocuk bir kalbi vardı.
O saf, o temiz çocuk, kalbinin kabul etmediği her şeyi reddetti. Acıları, zulümleri, savaşları, haksızlıkları hiç kabullenmedi.
Hep isyan etti. Ezilmeye, köleliğe baş kaldırdı.
“Başka ilde sultan olmaktansa, kendi ilinde ultan (tutsak)” olmayı tercih etti.
Çocukluk yılları acılarla doluydu.
Daha pek küçükken zayıf omuzlarına dağlar kadar yük binmişti.
Babası ve amcaları sürgüne gönderildiğinde yedi -sekiz yaşlarındaydı.
Annesi ve kardeşleri ile yıllarca, ha bu gün ha yarın gelir, diye babalarını beklediler.
Yaşananları acılarla dokunmuş siyah bir gömlek gibi bir ömür boyu hep sırtında taşıyan Aytmatov’un kendisinden dinleyelim o günleri,
“Sürgündeki amcam mektuplarında bazen bulgur isterdi. Verilen işi akşama kadar yetiştiremediği zamanlarda akşam yemeği vermediklerini, işi bitirmek içinse hastalıkların izin vermediğini yazardı. Babamdan hiç mektup gelmedi.
Uzun kış gecelerinde annemle, Karakız Halam el değirmeninde buğday öğütürlerdi.
“Anam bir ömür boyu hep ümitle babamı bekledi. Anama ümit veren biraz da fala bakan bir kadının ‘bir gün kavuşacaksınız” demesi olmuştu.
“Çocukluk yıllarımda köyün bir ucundan postacı görününce; köyün diğer çocukları gibi ben de kardeşlerimle postacının etrafını sarardık. Postacı benimle ve kardeşlerimle göz göze gelmemeye çalışırdı. Çünkü postacı bize hiç iyi bir haber getirmemişti.
“Eskiden ata babalarımız, gurbete giderken bir avuç vatan toprağını beline bağlarlarmış, toprak çeksin diye. Taze gelinler, kocalarına ekmeğin ucundan ısırtırlarmış, kalan ekmeği saklarlarmış, ekmek çeksin diye. Ne toprak ne de ekmek, ne babamı ne de amcalarımı çekmedi.”
Aytmatov’un babasından yola çıkan bir selam, kırk yıl sonra kendilerine ulaştığında artık annesi hayatta değildir.
Dört yıl önce vefat etmiştir.
Bu selamın hikâyesi de bir başkadır.
Bişkek’teki devlet hastanesinde iki yataklı bir odada, babasının hapishane arkadaşı son günlerini yaşamaktadır.
Yandaki yatakta yatan bir delikanlı, okuduğu kitabı yastığın üzerine bırakarak bir ara dışarı çıkar.
Yaşlı adam kitaba uzanır ve alır;
“Toprak Ana…Cengiz Aytmatov…”
Kapağını açar.
“Baba, ben sana bir anıt dikemem, çünkü nerede yattığını bile bilmiyorum.
Babam Törekul Aytmatov’a
Oğlun Cengiz.”
Yaşlı adamın beyninde şimşekler çakar. Evlatlarından Cengiz Aytmatov’u bulmalarını ister.
O günlerde Aytmatov Amerika’dadır. Kız kardeşlerinden birini bulurlar. Son günlerini yaşayan adam başlar anlatmaya.
“Baban Törekul çok iyi bir adamdı. Beni dipcikle dövmüşler, ağzımı burnumu paramparça etmişler ve babanın bulunduğu koğuşa baygın bir halde bırakıp gitmişlerdi. Gözlerimi açtığımda kendimi babanın yatağında buldum. Baban vücudumdaki kanları silmekle meşguldü. Bir gün babanı ertesi gün götüreceklerini söylediler ve gittiler. Sonraki günde alıp götürdüler. Bir daha da haber alamadım.
“Giderken, size ulaştırmam için bana bir torba bıraktı. Torbanın üzerinde Cengiz, İlgiz, Tala, yazıyordu. Belli ki Talas yazmak için ‘s’ ye iplik yetmemişti. Ayrılırken yüzüme bakan gam yükü gözlerini, söylediği son sözleri hiç unutamıyorum; ‘Beni, sen halk düşmanısın, diye öldürmeye götürüyorlar. Bu torbayı evlatlarıma verirsin.’ dedi. İçine siyah saçlarını taradığı tarağı da koydu.
‘Bu günden sonra bu tarak bana lazım olmayacak…’
“Fakat sonrasında beni de Sibirya’ya sürdüler. Korkumdan torbayı bir nehre attım. Yirmi beş yıl sonra evime dönebildim. Emaneti size ulaştıramamanın acısını hep içimde yaşadım durdum. Babanız hep sizden söz ederdi.”
Nice pınarları insanlar hiç anlamadan kurutmuşlar.
Bu acılı günler her aklına geldiğinde, “Allah’ım! Bu acılı günleri değil insana, hayvanlara bile verme.” diye dua eden acıların insanı Cengiz Aytmatov artık aramızda yok.
Buz kesen bozkırlarda özgürlük kıvılcımlarını tutuşturan adam, yüreğimizi yangınlara bıraktı gitti.
Onlar steplerde bu acıları yaşarken, Asya’ya asırlık hüzün yağmurları yağarken, Anadolu’dan yavaş yavaş yükselen sesler, bir seher vakti Demir Perde’yi sarsan çığlıklarla sancılı şafaklarda buluştu.
Güçlü bir sesin sahibi; “Bir gurup vakti, babanı Sibirya buzullarına sürgüne yolladılar, ananı da vahşi suratlı insanlar bilinmeyen meçhullere alıp götürdüler. O gün bu gün sen, sana uzanacak bir el bekliyorsun.” diyerek, acılarla inledi.
Çaresiz bir çocuk fotoğrafının altına yazılan buz yazılar, Anadolu insanını ateşlemeye yetmişti bile.
Bir bahar günü İstanbul’da edebiyat dünyasının bu devi ile bir araya geldiğimizde;
“Anadolu’dan Asya’ya “Beyaz Gemi” de kaybolan milyonlarca “adsız oğlanları” aramaya on binlerce öğretmen koştu ve oralarda okullar kurdular. ” dediğimde; o çocuk kalbiyle gülümsedi ve “biliyorum, o okullardan biri de benim adımı taşıyor” dedi.
Babasına bir anıt dikemeyen Aytmatov’un adına bir gün belki bir anıt dikilir ama ben, içinde “adsız oğlanlar”ın okuduğu, onun adına dikilen okulu daha çok önemsiyorum.
Çünkü o okullar, güzelliğin ve sevginin simgesi…
O okullar, Adsız Oğlanlar’ın Beyaz Gemisi.