Ben Malkom X
Her görüştüğümüzde Alex’e, ömrüm bu kitabı görmeye yetmez diyordum.
Her siyah gibi, ben de hiç ecelimle öleceğimi düşünmedim.
Atalarım, Afrika’dan köle olarak getirilmiş buralara.
Kölelerin çocuğuyum ben. Adım yok benim.
Köklerimi bilmiyorum.
Babam bir Babtist vaizi idi.
Konuşmalarında hep, soylu bir ırk olan siyahların anayurtlarına dönmesinden söz ederdi.
Beyaz adam, on beş milyonu köleleştirebilmek için yüz milyona kıymış.
Dört yüz yıl boyunca köle pazarları dolmuş taşmış.
Bu pazarlarda, elleri kolları bağlanarak kırbaçlanan kadınla
Dünya gözüyle bir daha göremeyeceklerini bildikleri yavrularının yerde sürüklenişine bakakalan analar…
Köleleri kovalayan köpekler…
Kaçak köleleri takip eden eli kamçılı, zincirli ve silahlı baş belası beyazlar, yıllar boyunca Kara Kıta’nın kaderi olmuş.
Bitlenmesinler diyerek kadın erkek çırıl çıplak bindirilmiş gemilere siyah insanlar. Hangi tacire ait olduğu belli olması için de kızgın demirle damgalanırmış bedenleri.
Tıkıldıkları hücreler sauna kadar sıcak olur, dışkı ve kusmuk kokusundan geçilmezmiş; mezar gibi daracık olduğundan siyah esirler ne yatabilir ne de sağa-sola dönebilirlermiş. Üçerli beşerli bağlanırlarmış bir birlerine. Sağ kalanlar, ölü arkadaşlarıyla sürdürürmüş yolculuklarını.
Yüz yıllar boyunca okyanusların dibi, morarmış bedenler, kıpkızıl kanlar, hamile kadınlarla dolmuş, taşmış.
Köpek balıkları, kolay yaşamanın yolunu esir taşıyan gemilerin peşine takılmakta bulmuşlar.
Siyahlar, beyazların ülkelerine doğrudan getirilmemişler. Önce Batı Hint Adaları’nda, Karayipler’de güya ehlileştirilmişler.
Bu adalarda, hamile bir kadını asarak, bıçakla karnını yarıp, bebeğini çıkarmak, yere attıkları bebeğin başını ezmek, hamile bir kadının gözleri önünde kocasını paramparça etmek gibi akla hayale gelmez işkenceler yapmışlar.
Korku, daha doğmamış bebeklere bile sirayet etsin diye yapılırmış bütün bunlar.
İlk geminin karaya yanaşmasından beridir milyonlarca siyahın, kurtların ocağına düşmüş ceylanlar gibi neler çektiğini bir düşünün.
Siyah köleler, çiftliklerde, mutfaklarda, çalılıklarda kıskıvrak kıstırılan karılarının, analarının, kızlarının acı çığlıklarını duya duya iyice sinmişler.
Beyaz efendiler, siyah köle kadınlara kuşaklar boyunca tecavüz etmişler. Ve bunun sonucu olarak siyah gerçek rengini bile yitirmiş.
Siyahların dudaklarında hep bir şarkı varmış; “İsa’ya doğru koşalım”
Siyahları getiren ilk gemilerden birinin adıymış İsa. Hep o gemiyle geri dönmeyi düşlemişler.
Geçmişini evladına anlatır düşüncesiyle, beyazların ülkesinde hiçbir anne, kendi çocuğunu büyütme şansına sahip olmamış.
1929 Yılı’ydı…
O gece can havliyle sıçrayarak uyanışımı, kendimi tabanca seslerinin, çığlıkların, duman ve alevlerin korkunç hengamesi içinde buluşumu hiç unutamıyorum.
Annem kucağındaki yeni doğmuş kardeşimle kendini henüz dışarı atmıştı ki ev etrafa kıvılcımlar saçarak çöktü.
Gecenin yarısı don gömlek, feryatlar içinde çırpınışımızı hiç unutamıyorum.
Babamın ölüm haberi geldiğinde ben henüz altı yaşındaydım.
Annem, cenaze kalkarken bile kendinde değildi.
Uzun yıllar unutamadı babamı. Kederli kederli, “Karatugaylar babanızın başını yedi” der dururdu.
Annemin görüntüsü beyazdı.
Bir gün bir iş için çalıştığı eve gitmiştik evin efendileri bizi görünce annemi kovdular.
Sarsıla sarsıla ağlayışı hala gözlerimin önündedir.
Yardımlarla geçiniyorduk. Annem kendini dilenci gibi hissediyordu, gururlu bir kadındı.
Açlıktan gözümüzün karardığı anlarda, koca bir tencere karahindiba pişirirdi.
Mahalledeki çocukların bu yüzden bizi kızdırdıklarını hala hatırlarım.
1934′ ün sonlarına doğruydu. Ailemize bir şeyler oldu. Bir çeşit psikolojik çürümeye maruz kaldık.
Gururumuzun falan ayaklar altına alınmasına aldırış edecek durumda değildik.
Marketlerde meyve kasalarının etrafında döner durur, bir şeyler yürütmek için fırsat kollardık kardeşlerimle.
Altı çocuğu ile annemin dayanacak gücü kalmamıştı. Nihayet bir gün kaldırıldığı akıl hastanesinde tam yirmi yıl yattı.
Her ziyaretine gidişimde annemin o acıklı halini görmek kadar beni derin eleme boğan hiç bir şey tasavvur edemiyorum.
Ailemiz dağılmıştı.
Ben kendimi Harlem’de buldum. Burada birçok siyah gibi ben de uyuşturucu ve hırsızlık işine bulaştım.
Artık bir hırsızlık çetesinin ele başıydım.
Çalmaktan başka bir şey düşünmüyordum.
Ta ki bir gün hapse konduğum ana kadar…
Düşünmeye ihtiyacı olan bir insan için en iyi yer üniversite derler ama bence hapishanedir.
Ağabeyim Philibert, Elijah Muhammed’in yoluna girmişti. Benim de onun öğretisini benimsememi istiyordu.
Ve ben hapishane de Müslüman oldum.
Namaz için diz çökmek tam bir haftamı aldı.
Devamlı okuyordum.
Milton’un ‘Yitik Cennet’i, sakalımın her telini bir yılan olarak haykırdı yüzüme.
Yedi yıl kaldığım hapishaneden, bir özgürlük savaşcısı olarak çıktım.
Zamanla, Elijah Muhammed’in, “Siyah Müslümanlar Hareketi” içerisinde gittikçe etkin bir duruma geldim.
Günde on sekiz saatten az çalışmıyordum.
Haftada en az dört beş kez dolaşıyordum Kuzey Amerika’yı.
Çoğu zaman uçakta ne kadar uyuyabilirsem onunla iktifa ediyordum.
Eşim Betty’ye, sana fazla zaman ayıramıyorum dediğimde bana; “Asıl uzaktayken yanımdasın sen” diyordu.
Ya Rabbi! Ben bu kadını sevmem de ne yaparım, diye düşünüyordum.
Bazı geceler, yüreğimin acılardan burkulup kendimi sokaklara attığım çok olmuştur.
Elimdeki bavulum, kol saatim ve üstümdeki giysilerimden başka hiçbir şeyim olmamıştır benim.
Tehditler alıyordum.
Eşime de silah kullanmasını öğrettim.
Evimizin kundaklandığı gecenin sabahında bile eşimi ve dört küçük kızımı dostlarımdan birinin yanına yerleştirerek, beni konferans için başka bir şehre götürecek olan uçağa yetiştim.
Çocuklarıma hediye almak için ne param ne de vaktim oldu.
Haddinden fazla dolu birisiydim.
Sonsuz bir maraton sürüp gidiyordu.
Sade siyahlar değil beyazlar bile beni gördüklerinde büyük heyecan duyduklarını söylüyorlardı.
1964 Yılı’ydı…
Bir gün bir haberle sarsıldım:
“Malkom susturuldu.”
Elijah Muhammed konuşmalarıma yasak koymuştu.
Sanki kafatasım ağır bir hasar görmüştü. Sanki doğadan bir şey eksilmiş, yıldızlar kaybolmuş, ay yok oluvermişti.
Çoğumuz bu yüzden öylesine korkak, öylesine çekingen, öylesine tedbirli, öylesine yüreksiziz ki, birçok insanın başarısızlığa uğramasının nedeni de bu değil midir? Orta yaşlıların erken emekliliğinin altında da bu korkak duygular yatar.
Bir insanı susturmakla, düşüncelerinden döndüremezsiniz ki…
Tembelliğe hiç alışamadım.
Yatarken değil, koşarken ölmekti muradım.
Karanlıklar yeniden üzerime çökmüştü.
O yıl Hacca gitmeye karar verdim.
Kral faysal devlet konuğu olarak ağırladı beni.
Kutsal beldede, beyaz adam deyimine yepyeni bir değer biçtim.
Peygamber’in ırkçılığı yasakladığını öğrendim.
O yıl Kasım Gülek de hacdaydı.
Tarihi değiştirebilenler, ancak kendi düşüncelerini değiştirebilenlerdir.
Amerika’ya döndüğümde beni karşılayan basın ordusuna da; bencil motiflerden kurtulmamız gerektiğini söyledim.
Ertesi gün kırmızı ışıkta dururken bir beyaz camdan elini uzatarak; “senin için bir beyazın elini sıkmakta mahzur var mı” dedi.
Hayır dedim ve elimi uzattım.
Ben Malkom X…
Kölelerin çocuğuyum ben.
Adım yok benim. Hayat bir insan için özgürlük ve mutluluktur ama her ikisi de biz siyahlar için henüz çok uzaklarda.
1965 Yılı’nın soğuk bir Şubat günü Afro-Amerikan merkezinde kalabalık bir topluluğa konuşma yapıyordum. Eşim ve kızlarım en ön sırada sürekli gözlerimin içine bakıyorlardı. Bir anda üzerime kurşunlar yağmaya başladı. Eşimin, kızlarımın üzerine kapandığını gördüm. Birden bütün ışıklar söndü. Gerisini hatırlamıyorum.
***
“Arabasına binip park yerinden ayrılırken onu seyrettim. Arabanın içinden bana gülümseyerek el salladı. Birkaç gün sonraydı gazeteler, “Malkom meteliksiz öldü” diye manşet attılar”
Harlemin en parlak yıldızı sönmüştü.
Yaşayan en cesur siyah Yigit artık yoktu.