Çiçek çiğnemediler
Bir altın kolye gibi Karadeniz’in gerdanına asılı Kırım’dayız.
Uğruna gönlümüzde hasretler, gözümüzde yaşlar büyüttüğümüz Kırım…
Gece, Bahçesaray’ı siyah bir şal gibi bürüyor. Karanlık koyulaşıyor sokaklarda.
Ekibimizle Bahçesaray’daki Kırım-Türk Fen Lisesi’ni ziyaret ediyoruz.
Okul müdürü Mehmet Kangiyev bir Kırım Tatarı. Bir sürgün çocuğu. 1956’da Semerkant’ta, güzel yurdunun çok uzaklarında doğmuş.
Ali Şir Nevai Devlet Üniversitesi mezunu. Anne ve babası Özbekistan’da büyük acılar yaşamış.
Bir daha vatanlarına dönememişler.
Buralarda kime dokunsanız hasret gölünün yaralı ceylanı gibi hala geçmişin acılarıyla sarsık.
Mehmet Bey bize okulu gezdirirken değerli gazeteci Zafer Özcan Bey’in sessizce kaybolduğunu fark ediyoruz.
Yalta’nın bir köyüne, 1944 sürgününü yaşayıp hayatta kalan birkaç kişiden birisi olan Akdem Amca’ya gittiğini öğreniyoruz.
Akşam Akmescit’teki okulda 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları’nda "Önden Giden Atlılar" şiiriyle birinci olan Elvira Sarayenova’ya bize yine muhteşem bir gece yaşattı.
"Ne güzel atlar bunlar
Bunca yol çiğnediler
Çiçek çiğnemediler
Önden giden atlılar"
Olimpiyat başkanımız Mehmet Sağlam hocamız da oradaydı, duygulandı.
Hepimiz duygulandık.
Zafer Bey, gece geç vakit döndüğünde; tek katlı , bahçeli mütevazi bir evin önünde Akdem Amca’yla çektirdiği fotoğrafı koydu önümüze. Sırtındaki kışlık kalın oduncu gömleğinin üzerinde kilim motiflerini andıran gri- kahverengi karışımı eski bir yün kazak… Geniş omuzları, sanki geçmişte taşıdığı ağır ve acı yüklerle çökük.
Elleri çorak topraklar gibi…
Yüzü, yaşananları bütün ayrıntıları ile gösteren acı hatıralar haritası.
Sürgün günlerinde henüz 14 yaşında olan Akdem Amca’nın bil cümle hikayesini Zafer Bey’den dinliyoruz.
"1944’ün soğuk bir kış gecesi…
Saat gecenin dördü.
Köy, rüyasında korkutulan bir çocuk gibi belinleyerek uyanır, derin uykularından. Rus askerleri gecenin ayazıyla birlikte dalar, evlere. Koca köy bir anda "Dante’nin cehennemi"ne döner.
Hazırlanmaları için on beş dakika süre verirler. Ağlamak, bağırmak, çığlık atmak yasaktır. Gecenin sessizliğini homurtularıyla yırtan kamyonlara doldurulurlar.
Farlarıyla gecenin karanlığını delerek uzaklaşır, kamyonlar. Pek çokları, yalın ayak başı açıktır. Ayakkabılarını giyecek kadar bile vakit bulamazlar.
Farların aydınlığında, son kez bakarlar, evlerine, bağlarına, büyülü bahçelerine.
Kasım’ın buz kesen soğuğunda kamyonların üzerinde istasyona getirilip
vagonlara doldurulurlar.
Kapıları tellerle bağlarlar. Vagonlarda yer o kadar dardır ki, ayaklarını bile uzatamazlar. Bütün akrabalar ayrı ayrı vagonlara bindirilir ve ölüm yolculuğu başlar. Yemek, su, tuvalet yoktur.
Erkeklerin önünde ihtiyaçlarını gidermekten haya eden nice iffetli kadınların öd torbaları patlar.
Nice minik yavrular çevresinde ölenleri görünce, gözlerimi yumarsam annem de ölür diyerek, kirpiklerini saatlerce hiç yummazlar. Bu ölüm yolculuğunda vagonları bağlayan teller ilk kez 11. günde açılır. İhtiyaçlarını görmek için ayağa kalkmak isteyen insanların ayakları tutma Eli silah tutanlar cephede olduğu için, yolcuların çoğu, çocuk ve ihtiyarlardan oluşmaktadır.
En acısı da cepheden dönenlerin, evlerinde başkalarını bulacak olmasıdır.
Ölenler, vagonlardan dışarı atılır.
Bozkırlar açık morg gibidir.
Kazakistan çöllerine geldiklerinde, Akdem Amca’nın bu ölüm yolculuğuna daha fazla takat yetiremeyerek ölen babaannesi de vagonun penceresinden karla kaplı bozkıra fırlatılır.
Ömürlerinin son günlerini dua ve ibadetle geçirecek olan zavallı ihtiyarlar, ölüm vagonlarında pislik içerisinde yitip giderler.
Bozkırda ne bir mezarları, ne de taşları vardır. Kazakistan sınırına girdiklerinde bir istasyonda yine kapılar açılır.
On iki yaşındaki kardeşi Osman’ı yiyecek aramaya gönderirler.
Tren hareket eder ve kardeşi kalır.
Annesinin; "balam kaldı, Osman’ım kaldı" feryatları hala kulaklarındadır.
Çocukların hemen hepsi açlıktan ve soğuktan telef olur. Açlık ve korku süt bırakmaz analarda. Bebekler, emmek için boşuna saldırırlar annelerinin boş memelerine.
Akdem Amca’nın iki erkek bir de kız kardeşi vardır. Küçük kız kardeşi o zaman beş yaşındadır.
Açlıktan sürekli ağlamaktadır. "Mama mama!" diye diye, bağırarak ölür.
Annesi, "kardeşiniz öldü" diye çığlık atar. Kazakistan’ın Cambul şehrine geldiklerinde, Müslüman Kazaklara minik cesedi vererek, "bunu gömün" derler.
Kırım’dan çıktıktan tam yirmi dört gün sonra Taşkent’e varırlar. Onlar oraya erişmeden, Özbeklere "Öyle bir canavar millet geliyor ki tek gözlüler ve adam yerler" haberleri erişir.
Özbekler taşlarla, silahlarla karşılarlarsa da gelenlerin kendileri gibi insan olduğunu gördüklerinde, yardımcı olurlar. Akdem Amca’nın ailesi Taşkent’in bir köyüne yerleşir.
Yuvasız kuşlar gibidirler. Para yoktur, ekmek yoktur, doğru dürüst kalacak yer yoktur. Bir Kazak kadın sığırından süt sağar ve günlerden beri aç olan Akdem Amca’nın ailesini doyurur.
Köyden dışarı çıkmak yasaktır. Bir kilometre uzaklaşmak 1 yıl, 10 kilometre uzaklaşmak 10 yıl hapis demektir.
Akdem Amca, annesinin köyden ayrılırken koynuna sakladığı Kur’an’ın kendilerini açlıktan koruduğuna inanır.
Kızı hala o Kuran’ı saklıyormuş.
Topraklarından koparılan bu zavallı insanlar, zorla , karın tokluğuna ,kolhozlardaki pamuk tarlalarında, madenlerde, ormanlarda ağaç kesme işlerinde çalıştırılırlar.
Gençler evlenmesin, çocuğu olmasın, nesil kesilsin" diye, tam on yıl serbest bırakılmazlar.
Yetişkin kızlar evlenecek delikanlı bulamaz. Stalin’den sonraki Kruşçef döneminde biraz serbestlik gelir.
İnsanlar akrabalarını aramaya koyulur. Çünkü trenlere yüklenen o insanlar Fergana, Oş, Buhara, Semerkant, Taşkent gibi ayrı ayrı şehirlerde indirilmişlerdir.
Akdem Amca, 1957’de Semerkant’tan Taşkent’e giderken, bir benzin istasyonunda mola verir.
Burası kamyonların eğleştiği bir yerdir. Bir grup insanla sohbet ederken karşısındakilerden birinin, kardeşi Osman olduğunu fark eder.
Sarılırlar, kucaklaşırlar. Hemen analarına koşarlar. On üç yıl sonra yirmi beş yaşında oğlu Osman’ı karşısında görünce sevinçten deliye döner zavallı kadın. Akdem amca, eşi ve iki oğluyla birlikte ilk kez 1968’de Kırım’a gelirse de ne annesi ne de babası bir daha doğdukları toprakları göremezler.
Köylerindeki eski evleri, üstü başı perişan yetim çocuk gibi öylece durmaktadır.
İçinde Ruslar oturmaktadır. Değil yerleşmesine yaklaşmasına bile izin vermezler. Annesinin ilk kez kendisine süt emzirdiği eve karşıdan bakabilir sadece. Kendi evleri, zorbalar tarafından zorla zabt edilen bir gelin gibi öylece karşısında durmakta, "ne olur beni bunlardan kurtarın" diye sahibine yalvarmaktadır.
Ne anası ne de babası bir daha görememişlerdir o evi. "Ah anacığım! Beyaz başörtünü bağlayıp,camın önünde Yasini’ni okuyamadın bira daha" diye ağlar. Kandan bir heykel yontulur içinde.
Yine de köyünden ayrılmaz.
Yakın bir yere ev yapar.
"Niçin buralara geri geldin" diyerek, sorgulanır ve hapse atılır.
İki yıl hapis yatar. İki yılında lafı mı olur? Değil mi ki kutsal Kırım topraklarıdır, bir ömür boyu değil ebediyen yatmaya razıdır.
Hapse girince eşinin ailesi gelip kızlarını ve çocuklarını alır gider.
Hapisten çıktığında evinin boldozerle yıkılmış olduğunu görür.
Cebinde de beş kuruşu olmasa da bir daha asla doğduğu topraklardan kopmaz.
Özbekistan’da yaşarken Allah’a hep dua etmiştir;
"Allah’ım! Burada ölürsem kargalar kemiklerimi Kırım’a götürsün"
Akdem Amca’nın, gözlerinde geçmişin acıları, yüreğinde hala sürgün gecesindeki o kadınların, o yavruların çığlıkları vardır.
O millet o topraktan ayrılırken, niçin kıyamet kopmadığına hala hayret etmektedir.
***
Bahçesaray’da sabah oluyor.
Gün ışıyor sokaklarda.
Elvira’ların sesi aydınlatıyor Kırım sabahlarını.
Ne güzel atlar bunlar
Bunca yol çiğnediler
Çiçek çiğnemediler Önden giden atlılar