Asya…
Bozkırın karanlığına yağan yağmur sesleri arasında uyumaya çalışsalar da nafile…
Yaşadıklarından bedenleri gibi ruhları da yorgundur.
Her ikisi de hüznü bir yorgan gibi üzerlerine çekmiş, battaniyelerinin altında ağlamaktadırlar.
"Neden… Neden izin verdik onunla gitmesine, daha ilk gün yaşadıklarımıza bak Allah’ım!"
Sokak lambasının ışığı vuruyordu odalarına.
Kalktılar…
Birbirlerine sarılıp sarsıla sarsıla ağlamaya başladılar.
Abdest alıp, gece sırtını sabaha dayayıncaya kadar namaz kıldılar, dua ettiler; "Allah’ım bizi koru, bizi bu steplerde silme, bu bozkırlara kök salmayı nasip eyle, ayağı sürçenler kök salamaz, ayağımızı sürçme, buralara gönderenlere karşı bizleri mahcup etme…"
* * *
1992 yılı…
Işık Süvarilerinin doludizgin dünyanın dört bir yanına koştukları o ilk yıllar.
Gencecik on bir öğretmen, Anadolu’nun yaz sıcaklarında yıkandığı bir temmuz günü koşarlar Asya bozkırlarına.
Kararlıdırlar…
Önlerine çıkan cennet bile olsa "Seni daha hak etmedik" diyerek geçip gideceklerdir.
Sevdalarının mecnunu olmuşlardır, Leyla’ları bile karşılarına çıksa dönüp bakası değildirler.
Onların bekleyenleri vardır.
Bir yaz akşamında, Asya’da, Aladağların eteğinde sonsuz bozkırı bekleyen güzel bir şehre varırlar.
Şehrin oldukça dışında, önünde bahçesi olan iki katlı bir eve yerleşirler.
İlk sabah, yere serilmiş bir örtünün üzerinde analarının koyduğu azıklarla kahvaltılarını yaparken kapının zili çalar.
Gelen Yusuf Bey’dir. Onların o halini görünce gözleri dolar.
"Aslanlar!"
Birkaç kez içinden daha yavaş bir sesle tekrarlar bu kelimeyi:
"Aslanlar… Aslanlar…"
En güzel üniversitelerden mezun olan, merhametli anaların Mus’abları, gençlik özlemlerini bir kenara iterek bilmedikleri bir ülkede bozkırın yeni aslanları olmuşlardır.
Şimdi ilk defa girdikleri bir evin salonunda yere çömelmiş, bir tepsinin etrafında yurtlarından yedi bin kilometre ötede, tatlı bir buruklukla kahvaltılarını yapmaktadırlar.
Yusuf Bey’in dudakları titremeye başlar, manzara karşısında daha fazla direnemez, direnmez…
Bütün gözler buğulanır. Anadolu’nun gözyaşları dökülür bozkırın yanaklarına.
Yusuf Bey’in bir sevda halinde anlattığı şehri şöyle bir görmek maksadıyla, kahvaltıdan sonra birer ikişer çıkarlar.
Yaz güneşine geçit vermeyen bol ağaçlı geniş hıyaban yollara vururlar kendilerini.
Selman Öğretmen oda arkadaşı Harun Bey’le birlikte gezer şehri.
Yüce dağların eteğindeki bu bozkır şehrinde geceden güne, günden geceye geçiş ansızındır.
O gün akşamın nasıl olduğunu fark etmezler bile.
Koşar adım geldikleri durakta, insanlar sanki hayattan bütün beklentileri bitmişçesine kımıldamadan öylece durmaktadırlar.
Bindikleri otobüs karanlığın içinde ilerlerken insanların bitkin ve sessiz halleri yolculuğu iyice çekilmez kılar.
Onca yol almalarına değin evleri hâlâ ortalıklarda yoktur.
Otobüste bir iki sarhoştan başka kimsecikler kalmamıştır.
Korkmaya başlarlar.
Nice zaman sonra yanlış bir otobüse bindiklerini fark ederek hemen ilk durakta inerler.
Ağaçların arasında, zifiri karanlık bir yolun kenarında öylece kalakalırlar. Daha önce hiç yapmadıkları bir işi yaparlar ve birbirlerinin elinden sıkıca tutarlar.
Gece karanlık ve bulundukları yer de bir hayli ıssız olduğundan el ettikleri hiçbir araba durmaz.
Ümit fenerleri sönmeye başlar.
Vakit çok geç olmuş, yağmur da başlamıştır. Yoldan akan suların oluşturduğu minik dereciklerin şırıltıları gecenin karanlığında ayrı bir ürperti salar içlerine.
Sık ağaçların arasından uzaklarda bir ışık ilişir gözlerine.
Selman Bey;
"Hocam sen araba durdurmaya çalış ben bir şu ışığa kadar gidip geleyim,"der.
Işığa doğru ilerler.
Yaklaştığında ışığın bir bara ait olduğunu anlar. Arkaya doğru birkaç metre uzantısı olan, köhne bir barakayı andıran bu barda, çekik gözleri, küt kesilmiş simsiyah saçları ile güzel bir kız karşılar Selman öğretmeni.
"Ne istiyorsun" der gibi başını kaldıran kıza ne diyeceğini şaşırır.
"Biz Türkiye’den gelen konaklarız, üyümüze ketemedik, bize kömek veresiz be?
Kız kahkaha ile gülmeye başlar.
"Biraz bekle" anlamına gelen bir şeyler söyler ve içeri girer.
Renk ve ışık oyunları arasında yarı üryan kadınların kahkahaları, çalgı sesleri…
Selman öğretmen, açılan kapının aralığından gördüğü bu manzara karşısında; "Aman Allah’ım ! Ben nereye gelmişim" diye düşünür.
Kız, yüksek sesle "Asya" diye seslenirse de kimse duyası değildir.
Biraz sonra, uzun boylu, esmer, saçları yanaklarını örtmüş, üzerinde ki elbise var yok arası güzel bir bozkır kızı çıkar gelir.
Selman öğretmen çat pat bir dille;
"Bizge araba kerek. Bizdin üy Ruskulov Caddesi’nde."
Asya da kahkahayı bassa da, az önceki kız gibi o da "Biraz bekle" işareti yapar ve içeri geçer.
İçerideki kahkahalar yerini bağırtılara bırakır, içerisi karışmıştır.
Az sonra yan kapıdan dışarı çıkar Asya.
Yağmur şıvgın halinde yağmaktadır. Asya’nın, Selman Öğretmenin biraz önceki çat pat konuşmasından dolayı takındığı alaycı tavrı gitmiş, yaptığı işin farkına varmışçasına ciddileşmiştir.
Rüzgarın şiddetinden ters dönen şemsiyesini de fırlatır atar.
Asya, durdurduğu arabaların kapılarını açıyor, sonra uzun uzun konuşuyor ama bir türlü anlaşamıyordu.
Bir şeyler ters gidiyordu.
Son konuştuğu araç biraz ilerledikten sonra ‘u’ dönüşü yaparak yeniden yol kenarına yanaşır ve Asya’nın önünde durur.
Aracın sağ kapısı içeriden açılır ve adam eğilerek Asya’ya bir şeyler anlatmaya başlar. Aracın içindeki loş ışıktan adamın sinsi sinsi gülüşü görülmektedir.
Asya, Selman Bey’e:
"Köp suraydı. "Mın Ruble suraydı." (Çok istiyor, bin ruble istiyor.)der.
Oysa daha sabah kahvaltısında Yusuf Bey, en uzun mesafenin yüz ruble olduğunu söylemiştir.
Selman Bey öne, Harun Bey öne arkaya oturur.
Asya da arka kapıyı açarak Harun Bey’in yanına oturunca şaşırırlar. "Ne oluyor der gibi bir birine bakarlarsa da, bütün düşünceleri bir an evvel evlerine ulaşmaktır.
Asya ile şoförün yüksek perdeden konuşmaları, kahkahaları son derece can sıkıdır.
Sonunda Selman öğretmen patlar.
Geri dönerek; Müslüman bir kızın gecenin bir vaktinde, bu hallerde oluşunun yanlışlığını çat pat anlatmaya başlar.
"Senin bu halin canımızı çok yaktı" der. Derin bir sessizlik kaplar arabanın içini.
Asya utancından arabanın koltuk cebinden aldığı bir gazeteyle bacaklarını örtmeye çalışır.
Yaşanan bu duruma şoför öfkelenir. Bağırıp çağırır. Biraz sonra gecenin siyah zülüflerini ıslatan yağmurun altında ilerleyen arabanın içinde derin bir sessizlik hakim olur.
Nihayet evin olduğu sokağa gelirler. Şoför sert bir biçimde frene basar ve arabayı durdurur.
Arabadan hep birlikte inerler.
Asya ıslak gözlerle, gecenin karanlığında öğretmenlerin nur gibi parlayan ve güven veren yüzlerini buğulu gözlerle dikkatlice süzer.
Selman öğretmenin elinden sıkıca kavrar ve gözlerini usulca yumarak tebessüm eder.
O tebessümün içerisinde görevini başarı ile tamamlamış olmanın mutluluğu ile birlikte;
"İşte eviniz… Burası bu diyarlar, bu topraklar sizin eviniz… Beni bir daha belki hiç göremeyeceksiniz ama buralar sizi bağrına basacak ve siz Yusuf yüzlü gençler karanlık bozkırlara ışık düşüreceksiniz, buraların size ne kadar ihtiyacı olduğunu daha ilk geceden anlamış olmalısınız" duyguları da vardır.
Asya öyle heyecanlı, öyle utangaç tavırlar içersine girmiştir ki sanki
"Nereye gideceksin? Hadi bizimle gel." denilse onlarla kalıverecek gibidir.
Üzerindeki kısacık elbisesi sırılsıklam olmuş, saçları yanaklarına yapışmıştır.
Yutkunur… Sonra önüne eğdiği başını usulca kaldırır ve Selman öğretmenlerin kanını donduran ve bir neslin çığlığı olan şu sözler dökülür dudaklarından:
"Ben bu adamla gitmeliyim, gece onunla birlikte olmam karşılığında sizleri getirdi, bense sizleri gecenin karanlığında o yağmurun altında bırakamazdım"
Gözyaşları, ıslak saçlarından damlayan yağmurlara karışır.
Ani bir reveransla arabaya doğru koşar.
Islak bedeni gecenin karanlığına karışıp giderken, Selman öğretmen’in Asyaaa! feryadı karanlık bozkıra bir cemre gibi düşer.
Sırılsıklam evlerine doğru yürüken bozkırda yağmur hala yağmaktadır.