HARUN TOKAK

Rodos: Eski bir Osmanlı

Diyalog Avrasya Platformu’nun da destek verdiği “Rodos Forumu”na katılmak için Rodos’a gitmeye karar verdiğimizde, yol konusunda tecrübeli olan değerli dostum Cemal Uşşak Bey; Atina üzerinden değil de, Marmaris’ten gemiyle geçmenin daha pratik olduğunu söylüyor.

Marmaris’te ilk uğrak yerimiz, Sarı Ana’nın türbesi oluyor.

Kanuni de 1522 yılında Rodos seferine çıktığında , maneviyatıyla tanınan Sarı Ana’yı ziyaret edip, yapacağı sefer hakkında nasihat ister.

Armutalan Mahallesi’nde konaklayan askerlerden, halkın meyvelerini izinsiz alanları götürmediğin takdirde, başarılı olursun.” der, Sarı Ana.

Kanunî, halkın meyvelerini çaldığı tespit edilen üç askeri ordudan ayırarak Rodos’a devam eder.

Ve fetih müyesser olur.

Sefer dönüşünde Sarı Ana’yı tekrar ziyaret etmek isteyen Kanunî, ölüm haberini alır ve çok üzülür.

Mezarı üzerine türbe yaptırır.

Vardığımızın ilk günü Marmaris’te geceliyoruz.

Ertesi gün, günün ilk ışıkları, Ege’nin güzel kıyılarına gülümserken gemimiz Rodos’a doğru hareket ediyor.

Sağ yanımızda Ege’nin, denize dik inen dağları, sol yanımızda da, denizden yükselen adalar…

Yarım saat kadar sonra adalar bitiyor ve gözlerimiz, süt mavisi sonsuz bir denizle buluşuveriyor.

Rodos, 1552’ye kadar 290 yıl Tapınak Şövalyeleri denilen Saint John Şövalyeleri tarafından yönetilmiş.

Bu dönemde halk tam bir köle hayatı yaşamış. Köyler şövalyelerin mülkündeymiş. Bir köy bir başka şövalyeye satıldığında içindeki köylüler de yeni şövalyenin mülkü olurmuş.

Sık sık Osmanlının, Ege ve Akdeniz’den geçen gemilerine baskınlar düzenleyen Rodos Şövalyeleri, Osmanlıyı canından bezdirmiş.

Öyle ki bir aralık Barbaros Hayreddin Paşa bile şövalyelerin eline düşmekten kendini kurtaramamış.

Şövalyeler, yakaladıklarını zindanlara kapatır ve akıl almaz işkencelere tabi tutarlarmış.

Kanuni, denizlerde terör estiren bu Tapınak Şövalyelerine iyi bir ders verme vaktinin geldiğine inanır.

Aslında çok geç bile kalınmıştır.

Ada fethedildiğinde, kalenin zindanlarında 13 bin Müslüman olduğu söyleniyor.

Kanuni, Yılbaşı günü bütün ihtişamıyla beyaz atının üstünde önden giden mehter takımının çaldığı marşlarla, şehre girer.

Cami haline getirilen Saint John kilisesinde müezzinler gür sesleriyle ezanlar okurlar.

Ve Rodos bir günde Müslümanlaşır.

Rodos’ta 390 yıl sürecek olan yeni bir dönem başlar.

Nihayet Ege Denizi korsanlardan temizlenmiş ve İstanbul- Suriye- Mısır deniz hattı güvenli hale gelmiştir.

Kanuni, her fethettiği yerde yaptığı teklifi burada da yapar ve baş şövalyenin Osmanlı adına yerinde kalarak, yine askerlerine emir vermesini ister.

Baş şövalye, padişahın bu alicenaplığını takdir eder ama hayatının sonunda, yenildiği düşmanın boyunduruğu altında yaşamanın, şerefsizce bir hayat olacağını söyleyerek, teklifi reddeder.

Padişah, onun bu cesaretine hayranlık duyar ve bütün malları ve silahları ile birlikte adayı terk etmelerine izin verir.

Hatta onlarla birlikte gitmek isteyen yerli halkın bile mallarıyla çıkıp gitmelerine ses çıkarmaz.

Baş şövalye Sultan Süleyman’ın bu cömertliğine ve adaletine hayran kalır ve refakatindekilerle birlikte diz çökerek padişahın elini öper.

Sultan Süleyman bir kere daha yüceliğini göstererek, yağmurdan ıslanmış olan baş şövalyenin sırtına bir şeref pelerini konmasını emreder.

İçinde bulunduğumuz gemi, mazisi nice maceralarla ve ecdadımızın böyle yücelikleriyle dolu bu güzel adaya yaklaşırken, uzaklardan bakınca bile, göklere doğru uzanan minareleriyle hala Osmanlıdan derin izler taşıdığı fark ediliyor.

Akdeniz ve Ege’nin mavi sularının buluştuğu noktada sevimli bir yunus balığı gibi öylece duruyor, Rodos.

Adada, ilk uğrak yerlerimizden birisi Ali Amca’nın kahvesi oluyor.

Burası, Maraşta’ki Dondurmacı Yaşar’ın dükkanı gibi bir antika sarayını andırıyor.

Ali Amca, biraz kırık bir Türkçesinin kendisini iyice sevimli kıldığı, orta boylu bir insan. Kıvırcık saçlarında siyahlar bütünüyle silinmiş. Bir matem yerini andıran esmer yüzünde binlerce kırışık oluşmuş.

Hanımıyla birlikte işletiyorlar kahveyi.

İskele boyunca uzanan Avustralya caddesine açılan Hazreti Meryem kapısından değil de, az ilerdeki Liman kapısından girdiğinizde, karşınıza tıpkı Bosna’daki Baş Çarşı gibi bir Osmanlı çarşısı çıkıveriyor.

Sol kola döndüğünüzde yukarıya doğru giden sokak sizi Süleymaniye camiine ve Hafız Ahmet kütüphanesine götürüyor.

Ali Amcanın kahvesi de bu sokakta.

Sağ kola döndüğünüzde ise Sadi Bey’in şemsiye ve parfümeri dükkanına varıyorsunuz.

Sadi Bey, yıllarca konsolosluğumuzda çalışmış kültürlü ve mütevazi bir insan.

Kendisiyle uzun uzun sohbet etme imkanı buluyoruz.

Rodos’la ilgili “Anılar ve Tarihçe” adıyla Muğla Üniversitesi tarafından çok değerli bir eseri de basılmış.

Babası Sadettin Efendi tam bir Osmanlı beyefendisiymiş.

Rodos Asliye Hukuk Mahkemesinde zabıt katipliği yaparken, 1912’de adayı işgal eden İtalyanlara karşı direnen kahraman askerlerin arasına katılmış.

Yaklaşık bin kişilik bir askerle tıpkı Ömer Muhtar’ın Libya çöllerindeki mücadelesi gibi, kahramanca adayı savunmaya çalışırlarsa da ancak on üç gün dayanabilmişler.

İtalyanlardan önce, yokluk ve tabiat şartları teslim almış onları.

Diğer esirlerle birlikte İtalya’ya götürülmüş.

Dokuz ay İtalya’da kaldıktan sonra savaşın sona ermesi üzerine serbest bırakılmış.

Aylarca süren zorlu bir deniz yolculuğundan sonra tekrara adaya gelmiş.

Evine geldiğinde, alışılmadık bir kalabalıkla karşılaşmış.

Evde, tıklım tıklım hüzünlü bir kalabalık.

İçeride, hazin bir mevlit sesi.

Kapıda görününce “saadettin geldi ” çığlıkları yükselmiş.

Koşanlar, bağıranlar…

Meğer Saadettin Efendiyi kayıp saymışlar ve ölümümün kırkıncı mevlidini okutuyorlarmış.

Oğlunu karşısında gören babanın dili tutulmuş, annesi oracıkta bayılıvermiş.

İşte, böyle bir değerli babanın evladı olan Sadi Nasuhoğlu’nun kitabında adadaki anılar ve kültürel mirasımızla ilgili pek çok değerli bilgiler mevcut.

Adada kaldığımız üç gün boyunca, gayretli başkonsolosumuzdan da çok değerli bilgiler ediniyoruz.

Adada artık adları bile Türkçe olmayan yeni kuşak, öz kültürümüzden uzak yetişiyor.

Türkçe öğrenme ve dini bilgileri edinme imkanları da bulunmuyor.

Hıristiyan arkadaşıyla bir kilisenin önünden geçerken, arkadaşının istavroz çıkarması karşısında, bari ben de mabedimize karşı vazifemi yerine getireyim düşüncesiyle Süleymaniye Camii’nin önünde durup istavroz çıkaran bir kızımızın durumu aslında her şeyi anlatıyor.

AB Projeleri çerçevesinde restore edilen bir kaç caminin de, ne imamı ne de cemaati var. Yeni vefat etmiş bir insanın, çalışma masasında bilgisayarı, gözlüğü, kütüphanesinde kitapları , gardırobunda elbiseleri, hatta sürekli çalıştığı sandalyede asılı yeleği öylece durur ya;

İşte Rodos da Osmanlı hatırası aynen öyle; daha dün gitmiş gibi.

Osmanlıdan kalma camileri, minareleri, kütüphaneleri, türbeleri, hamamları, kültür merkezleri, saat kulesi öylece duruyor.

Öyle ki Arnavut kaldırımları, taş sokakları, cami ve kahvehaneleriyle karşılaşınca Suriçi İstanbul’unun buralara kadar uzandığı zannına kapılıyorsunuz.

Sayılı günler çabuk tükeniyor ve adadan ayrılık başlıyor.

Sonsuz bir mavilik…

Gözlerim, güneş ışıklarının, sonsuz maviyle dansını seyrederken, bindiğim gemi sahilden gittikçe uzaklaşıyor.

Rodos, bir yunus balığı gibi geride öylece duruyor.

Önce, buğulu ufuklarda dalga dalga genişleyen dağlar, sonra sıra sıra dizilmiş beyaz badanalı Rodos evleri, yavaş yavaş siliniyor gözlerimin önünden

Cemaat bekleyip duran mabetler ve ezan sesine susamış minarelerse, hiç silinmiyor.

Günler geçse de; gözlerimin önünde, müridi kalmamış boynu buruk dervişler gibi öylece duruyorlar.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.