Geleceğini Biliyordum
Güneşin dar ağacında, göğsü, bir körük gibi inip kalkan köyün sessizliğinde yükselir ses… “Sadııık!”
Can’ın sesidir bu…
Bir bahar esintisi gibi toprak evin içersine doluverir.
Kapıya koşar, Sadık.
Yanılmamıştır.
Gelen can dostudur.
Yüzü, sahura kalkan aydınlık evlerin ruhaniliğindedir.
Sarılırlar birbirlerine.
“Sensiz yapamadım kardeşim, yapamadım.”
***
İstanbul geceleri yine ışıl ışıldı…
İnananların gönül yamaçları, kutlu ayın, tatlı esintilerinde dinlenmekteydi.
Uzaktan görenler bu şehir halkının bütününü bir ailenin fertleri sanırdı.
Ramazan’la birlikte, varlıklı insanların gönüllerinde harlaşan cömertlik ateşi, Sadık ve Can Öğretmenlerin mütevazı evini de ısıtıyordu.
Sadık ve Can…
Ruhaniyat dolu Ramazan gecelerinin ışık yağmurlarında birlikte ıslanıyor, sahura birlikte kalkıyor, yüksek binaların arasında ki, ruhaniyata bürünmüş küçük mescide birlikte gidiyorlardı.
Mahya ışıklarıyla bir birine bağlı iki minare gibi bir yücelik vardı hallerinde.
Sadık Öğretmen Doğu’lu, Can Öğretmen Ege’liydi…
Can dosttular.
***
Bir gün Can’ın babası ziyarete gelir.
Can’ın babasını görür görmez, Sadık Öğretmen’in yüreğinde küllenmiş korlar yeniden alevlenir.
Kömür karası gözlerinde, kızıl-siyah sislerin arasından gittikçe belirginleşen bir korku resmi büyür.
Hayır hayır yanılmıyordu, bu kesin oydu.
***
Can’ın babasının geldiği gün, Sadık, eşyalarını valizine yerleştirerek sessizce çıkar, gider evden.
Hem de geride bir sürü soru bırakarak…
Sadık bir serseri gibi sokaklardadır.
Geçmişin o acı günlerini, güzel gözlerinde irileşen göz yaşlarında seyreder:
Henüz on üç yaşındaydı. Babası seyyar el arabasında kaset satarak, evine ekmek götürmeğe çalışıyordu. Sadık da okul çıkışlarında babasına yardım ediyordu. O gün, yeni çıkan bir kaseti tanıtmak için arabanın bir köşesinde duran, kapağı kopuk eski teyp, Kürtçe bir eser çalıyordu.
Birden üniformalı birkaç adam peydahlanır. Başlarındaki iri yapılı, uzun boylu adam, babasına kükrer;
“Bu kaseti dinlemek yasak, bölücülük yapıyorsun.”
Babası, Türkçe bilmediği için Kürtçe cevap verir. İri yapılı adam iyice öfkelenir. Caddenin ortasında, zavallı babasını kalabalığın korkulu bakışları arasında yere yatırıp tekme tokat dövmeye başlar. Küçük Sadık “ne olur dövmeyin babamı” diye yalvarsa, ağlasa da, dinlemezler. Kanlar içinde kalmıştır, babası. Sonrada kelepçeleyip götürürler.
Günler geçer haber alamazlar babasından.
Hiç kimse araya girmeye cesaret edemez.
Her geçen gün biraz daha artan sefalet ve yoksulluğa dayanamayarak köylerine geri dönerler.
Anasının, soğuk kış gecelerinde çığlıklaşan duaları nihayet kabul olur ve babası suçsuzluğu anlaşılarak altı ay sonra serbest bırakılır.
O heybetli adam gitmiş yerine psikolojisi bozulmuş, sağlığı kaybolmuş bir adam dönmüştür.
Dünyaya küser baba…
Birkaç gün sonra da hiçbir şey demeden bir hayalet gibi evden çıkar gider.
1989 kışı, dev adımlarla doğunun karlı dağlarından köyün sokaklarına iner.
Sadık ve kardeşleri, soğuğun her bir yarıktan sökün ettiği bu evde, analarının sıcak kanatları altına sığınarak ısınmaya çalışırlar.
Gecelerde teröre doymayan dağlardan kurşun sesleri gelir. O kurşunlar Sadık’ın minik yüreğini deler geçer. “Eyvah! Babamı vurdular” diye kabuslarla uyanır.
Konu komşudan gelen yardımlarla hayata tutunmaya çalışırlar.
Baharın uç vermeye başladığı bir gece, evlerinin tahta kapısı gıcırdar.
Gelen babasıdır.
Daha oturur oturmaz “fazla kalmayacağım, Sadık’ı almaya geldim, onu da dağlara götüreceğim” der.
Anası, “daha o çok küçük, silah bile tutamaz, ne yapar dağlarda?” diyerek karşısına dikilse de; babası kararlıdır.
Küçük Sadık’ın elinden tutuğu gibi çıkar evden.
Baba oğul kaybolurlar gecenin karanlığında.
Doğuda kış erken gelse de baharlar bir hayli ağırdan alır, geceler hala soğuktur.
Küçük Sadık, karanlıkta düşe kalka babasıyla saatlerce yol yürür
Minik bacaklarında derman kalmadığında; “çok yoruldum babacığım” der.
Bir kayanın siperinde dinlenirler.
Karşı tepelerde, gecenin siyah saçları, şafağın ışıklı elleriyle usul usul çözülürken, babası; ” Haydi! Şafak söküyor, daha bir hayli yolumuz var” diye doğrulduğunda; “Dur! Yoksa vururuz.” sesi, bir bomba gibi düşer, gecenin bağrına.
Gelenler askerlerdir.
Babası, kayaları siperine alarak ateş etmeye başlar. Askerler ateş etmezler, yanında Minik Sadık’ın olduğunu bilirler.
Anne yüreği işte…
Dayanamamış, ihbar etmiştir, “yavrumu kurtarın” diye yalvarmıştır, yavrusu için kocasını feda etmiştir.
Babası, bir fırsatını bulup, Sadık’ın elini sıkıca kavrayarak sınıra doğru koşmaya başlar.
Tam sınıra geldiklerinde, ansızın durur babası, oğlunun, Sadık’ının gözlerinin içine bakar.
Yüzünü okşar, öper, sarılır, sonra; “geri git, baban seni çok seviyor, git, çabuk uzaklaş.” der.
Kendisi olanca hızıyla sınıra, Küçük Sadık da askerlere doğru koşarken, korkunç bir ses yırtar, gecenin karanlığını.
Korkudan irkilip yerinde çakılıp kalan küçük Sadık, geriye dönüp baktığında; babasının bedeninden kopan parçaların alacakaranlıktaki korkunç gölge oyunlarını seyreder. Mayına basmıştır babası.
Anasının yanına döndüğünde, Sadık, eski Sadık değildir artık.
Bir gün köye gelen dayısı alır, götürür, Sadık’ı.
Anası da bu arada bir başkasıyla evlenir.
Sadık okur ve öğretmen olur. Canı gibi sevdiği arkadaşı Can’la bir ev tutarak birlikte kalmaya başlar. Şimdi, karşısında Can’ın babası olarak duran adam yıllar önce babasını sokaklarda tekmeleyen adamdır. Sadık’ın can düşmanı, can dostunun babasıdır. Hiçbir şey demeden evi terk edişi bundandır.
***
O yaz, okullar kapanınca, Sadık doğruca köyüne gider.
Acı da olsa o hatıralar, onundur.
Yüzleşecektir.
Anası, bir başkasıyla evli olmanın ruh haliyle hep gözlerini kaçırır oğlundan.
Teselli etmeye çalışır anasını;
“Senin bir suçun yok anacığım, o gün o adam, babama daha bir yumuşak davransaydı, sırtımıza dağlar gibi acılar binmeyecekti.
Ama kader.
Bu toprak insanının kaderi bu.
Yarınlar daha aydınlık, daha güzel olacak. Minareleri birbirine bağlayan mahya ışıkları gibi, samimi yüreklerden yükselen ışıklar, ülke insanını bir birine bağlayacak.
Sen çok ağladın,istiyorum ki başka analar ağlamasın,anacağım. Ben babasız büyüdüm, başka çocuklar, babasız büyümesin.”
Derken evin tahta kapısı çalınır.
Kararlı ve candan bir ses, “Sadık” diye seslenir. Sımsıcak güneşin bağrında boyunlarını bükmüş fidanlar, can suyunun şırıltısını duyunca nasıl gözlerini o tatlı şırıltıya dikerlerse Sadık ve anası da o tatlı sese kulak kesilirler.
Can’ın sesidir, bu.
Bir bahar esintisi gibi toprak evin içersine doluverir.
Kapıya koşar, yanılmamıştır.
Gelen Can’dır. Yüzü, sahura kalkan evlerin camlarından sızan ruhani bir ışık gibi tebessüm etmektedir.
“Sensiz yapamadım kardeşim”
Sadık çok duygulanır;
” Biliyorum kardeşim, geleceğini biliyordum.”
Sarılırlar birbirlerine.
Kışlar erken gelse de doğuda ağırdan alır baharlar.
Ama gelir, mutlaka gelir.