“Yine ayakların üşüyor mu?”
Soğuk kış gecelerinde kalacak yer bulamadığında sabahı arabada beklerdin.
Karlı sokaklardan bir gölge gibi geçer giderken sessiz kaldırımlar, gözyaşlarınla yıkanırdı.
Benzini biten arabaların içinde gece ayaza çaldığında kendini değil, milletini düşünür hem üşür hem terlerdin.
Sefillerdeki Jean Val Jean gibi takip edildiğin yıllardı…
Yalnızdın…
Kaç kapının ziline dokunurken, “Acaba kabul edecekler mi?” duyguları kabarırdı yüreğinde.
Ev sahiplerinin garip bakışlarıyla, kaç kapı açılmadan kapanmıştı yüzüne.
Her kavuştuğunuzda, “anamızın”dudaklarından hep aynı sözler hüzünlü bir şarkı gibi dökülürdü:
“Ayakların yine üşüyor mu?”
“Günler baharı solukluyor”, derken, hava birden bire bozdu. Kara bulutlar gökyüzünün berraklığını siyah bir peçe gibi örttü.
Berrak sular, boz bulanık akmaya başladı.
Binbir emekle yüreğinde büyüttüğün sevgiyi “bir Haziran kurşunu ile iki kaşının tam ortasından vurdular.”
Ve Şubat soğukları, Mart’ın bağrını döverken;
Bir Pazar günü, erkenden, bütün bütün gittin sen…
Yıllar oldu gideli…
“Gitme!” diyemezdik…
Gittin…
“Sen gittin gideli
Bizler mahzun ve kederli”
Aylar hep hüzünle doğdu ufkumuza.
Gündüzler bile gülmedi yüzümüze… Gözler görmedi “gülen” yüzünü…
Bir kış günü gurbette sana kavuştuğumuzda, sen yine üşüyordun.
Dizlerine kalınca bir battaniye sarılıydı.
Bir başınaydın…
Yine yalnızdın…
Hüzünden bir abide gibi duruyordun.
Duvardaki “bu da geçer yahu” sözünün sıcaklığına sığınmaya çalışırken, dışarıda rüzgarlar, önüne kattığı karları hoyratça savuruyor; yalancı sıcaklara aldanarak erken açan çiçekli dallara kar yağıyordu.
Buz kesen fırtınaların bağrından kopup gelenler, yine de senin sıcak iklimine sığınıyordu.
Şubat soğuğu nefes aldırmıyordu.
Güven veren ikliminde az biraz aram edenler, bir bir ülkelerine dönerken, sen gidenlere gurbet penceresinden el sallıyordun.
Sonra kanepeye çöküyordun bir başına. Başını gömerek ellerinin arasına
“Gelirler bir bir,
Giderler bir bir,
Kalır burada yine bir.”diyor, dipsiz hüzünlere dalıyordun.
Bir gün seni ülkene çağıran bir mektubu ısrarla huzurunda okumak istediler. Sen razı olmadın. Kalbinin tahammül edemeyeceğini biliyordun; “Bana verin odamda okurum.” diye direndin.
Öyle de oldu…
Hasır serili odanızda; mektupla baş başa kaldığınızda neler yaşadığınızı bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da, odanızdan çıktığınızda gözyaşlarınızın yüzünüzde bıraktığı izler…
Ve bir de satırların bize fısıldadıkları;
“Bizler yine birkaç gün sonra buradan gideceğiz. Hafızalarımızda yine o görüntü…
Siz buğulu gözlerle bize, ülkenize, Üç Şerefeli Camiinin penceresine, tahta kulübeye, yani ‘hey gidi günlere,’ odanızın ve gurbetin penceresinden el sallayacaksınız.
İçinizde volkanlar kaynayacak.
Yanacaksınız…
Bir ocak gibi tütecek ama hissettirmeyeceksiniz.
Bizlere de, penceredeki o “hüzünlü duruşun” utancını yaşamak kalacak.
Çünkü… Biliyoruz ki, seni gurbetteki o pencerelere biz hapsettik.
Ama artık olmuyor…
Ne olur gel…
Gel ki mevsim bahardır.
Biliyoruz ki, ülkenizi çok özlediniz.
Amerika kıtasına bile değişmeyeceğiniz o küçük köyünüz burnunuzda tütüyor.
Biliyoruz ki, koyunlarla, kuzularla birlikte dolaştığınız kırları bağları bahçeleri çok özlediniz.
O köyün kar pınarları senin çocuk yüreğinden aktı. Yollar, gönlünün ufuklarında uzayıp gitti.
Sen; o köye doğru kıvrılan köprünün altından akıp giden çaydan, su içtin,
çiçeklerini koklayarak yetiştin, kırlarında kelebeklerle koştun.
Biliyoruz ki; “anamızın” ellerinin yara bere içinde olduğu günlerde bulaşık yıkamanın, hamur yoğurmanın bile küçük omuzlarına bindiği günleri özlediniz.
Ülkemizin sıkıntılı yıllarında; “anamızın” gündüz köyün kızlarına, gece de size Kur’an öğrettiği evi özlediniz.
O ev hâlâ hüzünden bir anıt gibi duruyor.
İçinizde koşuşan o tertemiz çocuk ruhun, ne ızdıraplar, ne hasretler, ne acılar çektiğini biliyoruz.
Sen, sevdalısı olduğun bu ülkenin çocuğusun, bu toprağı koklaya koklaya büyüdün.
“Anadolu’yu bilmeyenler, seni bilemezler. Bu ülkenin çocuğu olmayanlar seni anlayamazlar.”
Suyunu içtiğin pınarlara şimdi hüzün düştü. Hazin bir rüzgâr hıçkırıyor tenhalarda. Çiçekler boynunu büktü kuytularda.
Seni bekleyen dallar yorgun düştü.
Kelebekler kaç kez ölüp ölüp dirildi ve “belki bu bahar gelir”, deyip yeniden kondular yorgun dallara.
Yıldızlar küskün kendi gökyüzüne. Bir gri duman çöktü güneşin gülen yüzüne.
Şimdi yürekler acılara mahkûm.
Babanızla birlikte Alvar köyüne yakın bir gurbete gittiğinizde bile, dedeniz Şamil Efendi için köy sanki bomboştu.
Bir gün ansızın sizi karşısında görünce, kederinden erişilmez bir dağ gibi duran o mehîb insan, nasıl da sarsılmıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak,
“Gitti gül, gitti bülbül;
ister ağla ister gül.”
dediğini kaç defa kirpikleriniz ıslanarak anlatmıştınız.
12 Eylül günleriydi…
“Anamız”, şimdilerde burnunuzda tüten şehirde , İzmir’de ikamet ediyordu.
Ev, sürekli tarassut altındaydı. Defalarca didik didik aranmıştı. Sizin “anamıza”, “anamızın da” de size olan düşkünlüğü avcının iştahını artırıyordu.
Sürekli pusudaydılar.
Ceylanın suya iniş anını gözleyen avcının heyecan ve hırsıyla bekliyorlardı.
Yine de bir fırsatını bulup uğradığınızda, “anamız”sormadan edemezdi:
“Nerelerde kalıyorsun? Kaldığın yerlerde soba yanıyor mu? Isınıyor musun? Ayakların çok üşürdü, yine üşüyor mu?”
Şimdi, bir kış günü “anamızın” mezarı başında, buz gibi mermerlerin dibinde tipiye tutulmuş bir kuğu yalnızlığı ile dua ettiğiniz zamanki hüznünüz bir hayalet gibi geziniyor Karşıyaka Mezarlığı’nda.
Hatıralar sizi çağırıyor.
Adlarını koyduğunuz çocuklar…
Esmalar… Esralar…Azralar… Bahadırlar…Berkler…
Alınlarına kondurduğunuz buseler…
Şimdi onlar büyüdüler.
Kaç defa “geleceksin” diye minik elleriyle, yollara güller döküldüler.
Beklediler…
Ellerinde buruştu güller…
Sonra da dönüp bize sordular, “Adımızı koyan kahraman, ne zaman dönecek?”
Cevap veremedik onlara.
Çocuklar seni çağırıyor.
Beşinci Kat’tan, alınlarından öperek dünyanın dört bir yanına saldığın yiğitlerin seni soruyor, seni bekliyor. Çölleri gülistana döndüren, karanlık bozkırlara ışık düşüren, sensizliğin buzullarında üşüyen kardelenlerin, onların üzerine titreyen yiğitlerin seni soruyor.
Sevgi süvarileri seni çağırıyor.
Eyüp Sultan’ da kıyama durmak, Koca Sultan’ın nur sağanağı türbesinin biraz uzağında durarak dua okumak… Yalnız sultan, Yavuz’un türbesine uğramak, ufukların sultanı Fatih’in huzurunda hülyalı ufuklara dalmak ve Dersaadet’in ezanlarını duyma arzusuyla yandığınızı da biliyoruz.
Mermerlerin nabzında çarpan çığlıklar sizi çağırıyor…
Ayların sultanı dönüş yolunda…
Üç aylara gireli bir hayli zaman oldu. Ramazan geldi kapıya dayandı.
Gökteki rahmet bulutlarını harekete geçirecek tatlı esintiler var içimizde.
Dün gurbete gidenler bu gün bir bir dönüyor. Bahar naraları hazan hıçkırıklarına karışıyor.
Beşinci Kat’ın balkonundaki çiçekler duvardan başını yola doğru uzatmış, gül pembe bestesi eşliğinde sizi bekliyor.
Yine arkanda kıyama durmak, hüzzam makamında Kur’anlar dinlemek, misafir ağırlayıp misafir uğurlamak…
Hüznün kat kat olduğu Beşinci Kat sizi çağırıyor.
Sanki bir gün gurbetlere gideceğini biliyordun.
Davet türkülerini besteleyip de gittin gurubu görünmeyen gurbetlere.
“Neredesin yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Neredesin hayallerimizin güvercini, rüyalarımızın üveyki?
Eğer canlara can katan temiz soluklarınla imdada yetişmezsen; kuruyan göllerimizde yaprağı dökülmedik tek nilüfer kalmayacaktır.
Nazarlarımız, ilk geldiğin yollara takılıp kaldı. Ve yıllar yılı bir daha geleceğinin ümidini içimizde besleyip durduk.
Ey tatlı rüyaların sevimli kahramanı!
Her yanda ağaran hayalin ruhumuza doldu.
Gül açıp bülbül öteli hayli zaman oldu”
Anadolu’da açan güller seni çağırıyor.
Biliyoruz, yüce dağlara bahar geç gelir,
Gel ki! Bu mevsim artık mevsim-i bahardır.
Gel ki! Mevsim, gurbet kokularına belenmiş topraklara sılada gül dikme vaktidir.
Gel! Gözyaşlarınla suladığın, odanda bir kutsal emanet gibi sakladığın, burnunun kemikleri sızlayarak kokladığın, Anadolu’nun değişik diyarlarından devşirilmiş toprakları, gurbet çıkınına sararak gel.
İlk ayrılık sabahı, “Pol ve Virjini”nin sonu gibi olmuştu.
Bir ayrılığa bağlıysa bu geliş,
sonu, ayrılık sabahı gibi olsa bile gel!
Gel ey yağmur gözlü!