Anasız acılar
Kendine geldiği an, vücudunda bir ağırlık hissetti. Kıpırdamak istedi, başaramadı. Yüz üstü yattığı yerden ellerinin yardımıyla kalkmaya çalıştı…
Yapamadı.
Mecalsiz, yere bıraktı kendini. Üstüne düşen dolabın ağırlığı gittikçe artıyor, kalçasından bacaklarına doğru bir hissizlik yayılıyordu.
Her taraf zifiri karanlıktı.
Etrafı dinledi; bir ölüm sessizliği hâkimdi.
Ürperdi.
Telâşla:
“Kimse yok mu?” diye bağırdı.
Cılız sesi harab odanın karanlığında boğulup kaldı. Etrafa göz gezdirdi. Hiçbir şey göremiyordu. Kendini bir mezarın içinde sandı; kabir karanlığı bu olsa gerek, diye düşündü. Soğuk soğuk terlemeye başladı.
Kalkamıyor, kımıldayamıyordu.
Anneannesinin; “Kızım Allah’ın kullarına olan merhameti nihayetsizdir.” sözü geldi aklına.
“Allah’ım ölmek istemiyorum.” diye inledi.
Kendini toparlayarak, olayı hatırlamaya çalıştı.
Her şey bir anda olmuştu.
Annesi mutfakta akşam yemeğini hazırlarken, kendisi de ders çalışıyordu.
Şehir, binbir başlı bir ejderha gibi yerin altından gelen gürültülerle sarsılmaya başlamıştı.
Birden kalkıp kapıya doğru koşmak için davrandı.
Sonrası…
Sonrası çıldırtan karanlıklar…
Tekrar kendine geldiği zaman annesi aklına düştü.
“Ah anacığım! neredesin” sözleri döküldü dudaklarından.
***
Geçtiğimiz günlerde Abant Platformu Yönetim Kurulu’nu kabulünde Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, güzel bir söz söylediler; “Problemlere bir anne gibi yaklaşmak lazım.”
O gün bu gündür düşünüyorum da, en müşkül meseleleri çözmede bundan daha sihirli bir söz olamaz.
İçinde anne şefkati olmayan yollar çıkmaz sokaktır.
Acılar yetim…
Problemler çözümsüz…
Hadiseler, Himalayalar kadar büyüyor.
Acılar, okyanuslardaki binlerce koçbaşı dev dalgalar gibi üstümüze üstümüze geliyor.
Altından kalkamıyoruz, dayanamıyoruz.
Son günlerde ülkemize ve yorgun dünyamıza üst üste baskınlar düzenleyen felaketlerle baş etmenin bir tek yolu var:
“Ana formülü.”
Haberlere, resimlere bakarken, acılar bastırıyor yüreğimize; nefes almakta zorlanıyoruz;
Dev blokların altındaki insanları düşündükçe…
Son dersleri ölüm olan yavruları gördükçe…
Saçını başını yolan yakınlarının çığlıklarını duydukça…
İçimiz burkuluyor.
Ağzımızda lokmalar büyüyor…
Bir bisikletin üzerinde, beline bağladığı ölmüş hanımını morga götüren adamın bacaklarındaki mecalsizliği düşünüyor, yüreğinin yangınlarına dalıyoruz.
Belki de daha birkaç yıl önce gelin arabasının içinde kelebekler gibi mutluluğa kanat çırpmışlardı.
Bir gencin, beton blokların altında kalan bacağı kesilirken feryatları çığlıklanıyor ekranlarda.
Bir yanda da iktidarımızı elimizden alırlar paranoyası ile ülkeye sokulmak istenmeyen yardımlar…
Yaşanan bütün acıları yok sayarak sandığa gitmeler…
Gönderilen ilaçları karaborsa satmaya kalkan idareciler…
Kahroluyorsunuz…
Ve içinizde çığlıklaşıyor isyan…
Artık acılar da yetimdir.
“Neredesin ana?
Neredesin ana şefkati?
Neredesin analarla dolu Anadolu?” diye haykırasınız geliyor.
İnsanlık çaresiz…
Akvaryumdaki balıklar gibi sağa sola tosluyor…
İnsanlık kaybettiği anayı, yitirdiği ana şefkatini arıyor.
Bir televizyon programında…
Yeni bebeği olmuş on sekiz yaşında sevimli bir bayan…
Yıllarca görmediği anasını arıyor.
Sunucu soruyor;
“Neden daha önce aramadın anneni?”
“Kardeşimle beni terk ettiği için çok kızıyorduk.”
“Kardeşin nerde?”
“O gelmedi, hâlâ çok öfkeli”
“Peki sen neden geldin?”
“Bebeğim doğduktan ve anne olduktan sonra anladım ki bir anne çocuğunu asla terk etmez; sadece terk etmek zorunda kalır.”
Siyah sürmeli gözlerini gülpembe bestesiyle açılan kapıya doğru dikiyor;
“Anneciğim nerdesin? Ne olur gel, olmuyor sensiz.” diyerek hıçkırıyordu.
Annesi onları terk etti edeli, onlar hep mahzun ve kederliydi…
Milyonların nefesini tuttuğu andı.
“Anneciğim bizi neden bıraktığını sormayacağım sana çünkü anne bırakmaz ama ne olur gel.”
Güzel gözlerinden fışkıran hüzün hüzmeleri anne yüreğine değdi.
Ve anne geldi…
Birbirlerine sarıldılar.
Kilitlediler ellerini bellerine.
Hoyrat rüzgârın önünde çiçeğini dökmekten korkan bir ağaç gibi kızına sarılmış sağa sola salınarak ağlıyordu anne.
Sunucu gelip ayırdı.
Anne gelir…
Şimşek gibi şefkatiyle, karanlıkları yırtarak gelir…
Gökyüzünde merdiven gibi duran dağları aşarak gelir…
Üzerimize bir kâbus gibi çöken hadiselerin, enkazından çeker alır bizi.
Kapkaranlık dünyamıza bir ışık gibi doğar. Yüzünde şavkıyan şefkat ısıtır içimizi.
Bazen de, dünya ile ahireti perdeleyen incecik tülü aralayarak gelir.
Düzce depreminde, dev blokların altında son anlarını yaşayan Tülin’e, annesinin geldiği gibi…
En çaresiz anındadır Tülin;
“Ah anacığım şimdi yanımda olsaydın ne vardı?” diye geçirir içinden ve;
“Anne!… Neredesin?” diye bağırır.
“Kızım…Yavrum.”
Ses; kâbuslarının üzerine bir ışık gibi yayılır, bir müjde gibi bütün yalnızlıklarını siler.
Tülin, bu müşfik sesi tanır ve gülerek ağlamaya başlar.
Annesinin sesidir bu.
Biraz sonra, mutfaktan yana duvarın taşlarının oynadığını fark eder.
Açılan delikten annesi görünür.
Elinde bir pet şişe dolusu su… Her tarafı toz toprak… Sürünerek Tülin’e yaklaşır… Bir anne şefkati ile okşar kızını… Getirdiği suyu içirir.
“Korkma kızım kurtulacaksın,” diyerek kızının üzerindeki dolabı var kuvveti ile iteler. Dolap yana doğru kayar.
Tülin rahat bir nefes alır.
“Seni Allah gönderdi anne!”
Annesi her zamanki gibi o melek masumiyetiyle bakarak;
“Evet kızım. Allah seni kurtaracak.”
“Birlikte kurtulacağız anne.”
Annesi bu söze gülümser.
Tülin, aradan ne kadar zaman geçti bilemiyordu.
Kazma ve kürek seslerini işittiğinde birilerinin onları kurtarmak için geldiğini anlar. “Buradayız.”diye bağırır.
Ancak sesini kimseye duyuramaz
Kazma ve kürek sesleri hızlanmaya başlar. Az ilerdeki duvarın taşlarının oynadığını görür. İri bir taşın düşmesi ile gün ışığı karanlığa bir nur gibi doğar.
Açılan delikten içeri doğru bakan bir yüz belirir ve;
“Kimse var mı?” diye seslenir.
“Buradayız!…”diye bağırır, Tülin.
Dışarıdan birisi, “Bir ses duydum.” der.
Sesler, yakınlaşır.
Bir müddet sonra açılan delik büyür.
Tülin önce annesini çıkarmak ister. Ancak annesi kızını dışarı doğru iterek:
“Haydi kızım önce sen çıkacaksın.”der.
Tülin’i yavaşça dışarı çekmeleriyle birlikte bir alkış tufanı kopar.
İtina ile sedyeye yatırırlar.
İçlerinden birisi, “Kıza su verin” diye bağırır.
O anda Tülin, sedyenin yanındaki insanların arasında üstü başı perişan babasını görür.
” Annem, içerde bana su içirdi baba. Siz annemi kurtarın. Annemi…Annem içerde.”
Babanın bittiği andı.
Gam yükü gözlerle kızına baktı…Baktı…
Hıçkırıklar boğazına düğümlendi.
“Anneni toprağa vereli üç gün oldu kızım,” diyemedi…
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Diyalog