Katmer kokulu Ramazan’lar
…
Evrenselleşen Ramazanların kutlu kollarında, ilk Ramazan sevdamı düşünüyorum. Sanki daha dün gece gördüğüm tatlı bir rüya gibi her şey. Neredeyse yarım asır geride kalmasına karşın, o gece hafızamda hâlâ çok canlı.
Soğuk bir kış gecesi…
Karanlık, yağmurlu ve rüzgârlı ama ruhaniyet dolu bir sahur vakti.
Anacığıma, akşamdan tembihlemiştim sahura kaldırmasını.
Gecenin bir vaktinde “Oğlum, oruç tutacaksan kalk” dedi.
Çocuklukta bir başka tatlıydı uykular.
Gözlerimi ovuşturarak yataktan doğrulmaya çalışıyorum. Ayaz abanıyor üzerime, bastırıyor beni. “Öteki odada ocak yanıyor oğlum” sözünün sıcaklığı ısıtmaya yetmişti içimi. Buz gibi suyla yüzümü yıkayarak, koşuyorum içeriye.
Rahmetli babam, türbesine nur inmiş bir derviş gibi sofranın başında bağdaş kurmuş oturuyor. Ocaktaki ateşin aydınlığı şavkıyor yüzünde. Titrediğimi görünce gülüyor “Gel ateşe ver sırtını, şimdi ısınırsın” diyor.
Dışarıda rüzgâr gecenin bağrını parçalıyor.
Uzaklardan da bir davul sesi karışıyor rüzgâra.
İlk defa bir sahur sofrasındayım. Ocaktaki alevin ve gaz lambasının ışık oyunları, koyu gölgeler halinde yansıyor odanın duvarlarına. Yer sofrasının üzerindeki tabakların gölgelerine gizlenmiş kaşıklara besmeleyle uzatıyoruz ellerimizi. Babam “Acele edelim, imsak kesiliyor” diyor.
Davulun sesi de gittikçe yaklaşmakta.
Odanın içindeki gaz lambasını alarak camdan, sokağın başına doğru bakıyorum.
Yolun karşısındaki evlerin küçük pencerelerinden ölgün ışıklar süzülüyor.
Nihayet bir gölge beliriyor karanlıkta.
Yüzünü gözünü sarmalamış bir adam elindeki çomakla durmadan omzuna asılı davula vuruyor.
Tam penceremizin önüne gelince ” Süleyman aaa…” diye seslendi.
Arap Osman’ın sesi karanlığa karışıp gitti.
Rahmetli Babam, “Kalktık, kalktık sağol Osman aaaa…”diye karşılık verdi.
Gecenin karanlığında bir gölge gibi yeniden kayboldu.
Davulun sesi de gittikçe uzaklaştı.
Gaz lambasının loş ışığında, kavut ekmeğiyle yaptığımız o sahurla başladı oruç yolculuğumuz… Bir kış günü soğuk bir şafak öncesi…
Her seher; ocaktaki çalı çırpının çıtırtılı yanışlarına kaptırırdık gönlümüzü.
Yufka yürekli anamın tavana kadar yığdığı yufka ekmekleriyle birlikte ıslanırdı hayallerimiz.
Ateşe vererek sırtımızı, üşüyen ümitlerimizi ısıtırdık sahurun sıcaklığında.
Üstümüzde asılı duran kışlık sarı kavunların, tavanın koyu gölgelerdeki ışıltılarına gömülürdü gözlerimiz…
Derken Rahmetli Aziz Amcanın okuduğu lahuti sabah ezanları soğuktan büzüşen bedenimize, titreyen ruhumuza can olurdu. Viran evlerin arasındaki o küçük mabetten yükselen ezanla birlikte gökte oluşan maneviyat bulutlarından ruhaniyet yağmurları yağardı fukara köyümüzün üzerine.
Herşey, işte o gece başladı. Anamın, içimi ısıtan sesiyle, “Oruç tutacaksan kalk oğlum” dediği gece…
Anadolu’nun ücra bir köyü…
Elektrik olmadığı için köy dışındaki evlerden ezanın zor duyulduğu günler.
Köyün imamı minarede görününce belli ki iftar vaktidir.
Toprak damın üzerinden minareyi gözlediğimiz buruk Ramazan akşamları…
En uzun nöbetim, ilk orucu tuttuğum gün sürmüştü. Gün gitmeyi, akşam gelmeyi bilmiyordu. Güneşe her bakışımda sanki hep aynı yerdeydi.
Daha ilk günden bir Ramazan neşvesi sarardı fukara köyü. Her akşam evlerden gelen iftariyelik katmerlerle açılırdı oruçlar, mütevazı camimizde.
Teravih vaktinde çamurlu yollardan akın akın insanlar camiye koşarlardı; kadınıyla kızıyla…
Bir yıl boyunca gaz lambasının aydınlattığı camide, Ramazanda lüks lambası yanar;
caminin camlarından, köyün karanlık sokaklarına yayılırdı ışıklar.
Kadınlar, sadece Ramazan’da gelirlerdi camiye.
Sanki bütün köy halkı; kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla orada toplanmıştır.
Lüks lambasının tıslamaları altında kılınan teravih namazlarının hazzını hâlâ yaşıyoruz.
Mütevazı mabed yıl boyunca kendine pek uğramamış yeni misafirlerine ayrı bir özen gösterirdi.
İlkokulu bitirdikten sonra şehir Ramazanları ile tanıştım.
Şehirde Ramazanlar daha bir başkaydı.
Camiler ışıl ışıldı. Mahyalar süslüyordu minareleri.
Bütün camilerde aynı anda başlayan ezanlar…
Her şey köyden çok farklıydı. İzmir, Antalya ve Van Ramazanlarını gördükten sonra İstanbul Ramazanları ile tanıştım. Diğer şehirler hemen birbirine yakındı. İstanbul Ramazanları ise bir başka güzellikteydi.
Son yıllarda farklı kurum ve kuruluşların iftar sofralarının menü zenginliğine farklı kesimlerin katılımları eklendi.
Büyük otellerdeki kalabalık iftar sofralarında farklı kesimleri temsil eden işadamları, akademisyenler, sanatçılar, gazeteciler, sporcular…
Daha da önemlisi semavi dinlerin temsilcileri ve dini liderlerin katılımları da bu iftarlara ayrı bir renk kattı. Epey bir zamandan beri Ermeni Patrikliği ve Musevi Hahambaşılığı da kalabalık gruplara iftar yemekleri vermeye başladı.
Popüler bir akademisyenin, iftarda “Bir kaç yıldan beri oruç tutmaya başladım. ‘Müslümanlar beni ne zaman fark edecekler?’ diye düşünüyordum. Bugün bu fark edilmenin hazzını yaşıyorum.” dediğini dün gibi hatırlıyorum.
Son yıllarda iftar sofraları dünyanın önemli merkezlerine de taşındı. Geçen yıl Avrupa Parlamentosu’ndaki iftara katılmıştık.
Galiba bu vesile ile ilk defa Avrupa Parlamentosu’nda ezan okundu, farklı dinlerden pek çok önemli simalar bir araya gelerek Evrensel Barış adına önemli mesajlar verdiler.
Avustralya Parlamentosu’nda ve İngiltere Lordlar Kamarası’nda da iftarlar veriliyor.
Amerika Başkanı Bush’da Müslümanları Beyaz Saray’a iftara davet etti.
Bütün bunlar bize dünyanın Ramazanlaştığını gösteriyor. Ramazanın ruhaniyeti sarıyor bütün bir dünyayı. İftar sofraları unutulmaya yüz tutmuş barış medeniyetinin ilk kıvılcımlarını oluşturdu. Asırlarca bir araya gelemeyenler, iftar sofralarında buluştular. Küllenen bir kültürün alevleri parladı Ramazan akşamlarında. İftar topları, barış, sevgi ve dostluk için patlamaya, mahyalar da, aydınlık bir dünya için ışıldamaya başladı.
Ama ben yine de gaz lambasının, gölgeli ışıklarında köyümüzün küçük camisinde babamla kıldığım teravihleri özlüyorum.
Merhum Mukbil Özyürek Hoca : “Ne elektrik sobası ne de kalorifer; hiçbiri odun sobası kadar ısıtmıyor beni. Ben hâlâ odun pazarından gidip aldığım odunlarla iliklerime kadar ısındığım günleri arıyorum” demişti yıllar önce.
Nedense sobanın köz gibi kızardığını görmeden, odunların yanarken çıkardıkları çıtırtıları duymadan iliklerimize kadar ısınamıyoruz.
Büyük şehirler, soğuk bakıyor, ısıtmıyor yüreğimizi, sarmıyor sıcak kollarını titreyen bedenimize. Belki de biz aşırı alınganız, bilemiyorum. Ama içimden bu his hiç eksik olmadı.
Antalya’nın sıcağında, Sibirya’nın soğuğunda, İstanbul’un büyük otellerinde ve Avrupa Parlamentosu’nda iftar sofralarında bulundum.
Ama ben hâlâ köy camisinde katmerle açtığım iftarları arıyorum.