HARUN TOKAK

Anasını arayan bir yaralı ceylan

Duruşu, dağlarda anasını arayan bir yaralı ceylan yavrusuydu.

Doğduğunda, anne kokusunu sadece birkaç saat çekebilmiş minik ciğerlerine.

Yıllarca hep o büyülü kokunun peşine düşmüş, “anam” diye her karşılaştığı kadının kucağına bırakmış kendini.

Rüzgârlar, hep ana kokuları getirmiş, ama bir türlü kavuşamamış ona. Gece gurbetleri bir kurt gibi kemirmiş ümit çınarını.

Babası, annesine benzediğini söylermiş; en çok da gözlerinin.

Ana olmayınca, şehirler basmamış bağrına, her çaldığı kapı önce açılsa bile, sonunda buruk bir acıyla kapanmış yüzüne.

Her geçen gün sinesindeki kor kabarmış; yüzüne vurmuş yangını, siyah saçları, yanık anız tarlasına dönmüş.

Anası, yeniden görülmesi imkânsız bir büyülü rüya gibi koyu sisler arasında kaybolmuş…

Hayatın acımasız avucu iyice sıkmaya başladığı bir zamanda, “Anacığım neredesin? Neden beni aramıyorsun? Hep ayazların bağrında titriyorum; senin sıcak koynuna sığınmak istiyorum!” diye ağlamış, yalvarmış…

****

Vakfa, sık sık dışarıdan gruplar gelir; çalışmalarımız hakkında bilgi veririz.

Sohbetin kıvamı koyulaştığında özel konulara da gireriz. Bazen, gam yığını bir taze yürekle karşı karşıya olduğunuzu anlarsınız. Bir yanık kokusu sarar dört bir yanı da, bu yarayla nasıl gezerler, nasıl hizmet ederler, nasıl mutlu görünmeye çalışırlar anlayamazsınız.

Geçenlerde, İtalya’dan misafirler gelmişti.

Başlarında, Kerim Bey diye kara yağız bir delikanlı vardı. Almanya’da ikamet ediyormuş.

Kerim Bey, orta boylu, saçlarının ön kısmı dökülmüş, esmer yüzü yaşadığı acıları ele veren, çok cana yakın biriydi.

“İtalyalı misafirlerle münasebetiniz nedir?” deyince, “Uzun hikâye efendim, vaktiniz varsa anlatayım” dedi. “Benim çocukluğum da bu semtlerde geçti,” diye başladı söze:

“Babam, Sivaslıymış, babası küçükken vefat etmiş, annesi İstanbul’a getirmiş. Sokaklarda limon satarmış.

Zenci bir kadın acımış babama, Harbiye’deki tenis kulübüne götürmüş.

Annesi elindeki bütün parayı aldığı için eve gitmemeye başlamış.

Fehmi Kızıl, o yıllarda kulübün baş antrenörüdür; babama acır, evine alır, oğlu gibi büyütür.

Babam, sonraki yıllarda tenisini geliştirir, şampiyon olur, turnuvaları dolaşmaya başlar.

Tunus’ta 1967’de yapılan Akdeniz Olimpiyatları’nda annemle tanışırlar ve evlenmeye karar verirler.

Annem evliliğini de, hamileliğini de ailesinden gizler. Beni doğurmak için Roma’ya gider. Evlilik, yürümez ayrılırlar.

Ben, 1972’nin sıcak bir haziran günü Roma’da dünyaya gelmişim. Annem, babama gelip beni almasını, benimle ailesine dönemeyeceğini söylemiş.

Babam önceleri umursamaz ise de hastaneden bir manastıra gönderildiğimi öğrenince, “Oğlumu kiliseye bırakmam” diyerek gelir, alır beni.

Annem, belki de babamın beni alması için bu planı kurmuş, bilemiyorum.

Babam, beni yanlarında büyüdüğü Fehmi Kızıl Beylere bırakmış.

Fehmi Bey, zenci görünüşlüydü, ihtimal Habeş’ti. Eşi Leman Hanım, aslen Arnavut olup babası Sırp Müslümanlarındanmış.

İkisi de çok iyi insanlardı. Ben onları hep anne baba bildim.

Babam, ben iki yaşında iken bir başka kadınla evlenmiş.

Bir gün beni gerçek babamla tanıştırdıklarında dört yaşındaydım; dünyam yıkılmıştı.

Çok sevmiştim, Fehmi Baba ile Leman Anne’yi.

Yeni annemle birlikte beni Almanya’ya götürdü babam.

Hamburg’ta tenis antrenörlüğü yapıyordu. Geçimsizlik rüzgârları erken esmeye başladı.

Ben, İstanbul’a geri dönerek ilkokulu bitirdim.

On bir yaşıma geldiğimde babam gerçekleri bir bir anlattı, şok olmuştum. ‘Nasıl olur, bir anne çocuğunu nasıl bırakırdı!’ O anda kendimi büyük bir boşlukta hissettim.

Bu arada liseyi de bitirmiştim, kendimi tenise verdim. Artık hayatım hep sosyete mekânlarında geçiyordu.

Anneme karşı öfke, merak, sevgi gel-gitleri arasında idim.

Bir gün annemin fotoğrafıyla Tunus Konsolosluğu’na gittim, görevliler çok duygulandılar. Fakat ellerinden bir şey gelmedi, geriye döndüm.

On dokuzuma gelmiştim, Amerika sevdası sardı beni, gittim. Orada Siyasal Bilgiler okudum. Üniversitenin de tenis takımındaydım.

Çok çile çekiyordum.

Şefkat, sevgi, bir sıcak yuva, başımı dizine koyacağım bir ana arıyordum.

Hayatın anlamı hakkında düşünmeye başladım. Niçin yaşıyordum?

Kader, bir gün beni New York’ta; gökdelenlerin arasında, bir Işık Ev’in büyüleyici iklimine attı.

Acılar bana annemi vermemiş ama Allah’a yönlendirmişti. Namaza başladım, bir daha hiç bırakmadım. Büyük haz alıyordum.

Dinlediğim bir vaaz kaseti bir hafta ağlattı beni aynı kaseti defalarca dinledim. Sonra sahibine ulaştım; duasını aldığımda içimde bir daha hiç sönmeyen bir ışık belirdi. Biliyordum, o ışık beni anama götürecekti.

Üniversite bitince Almanya’ya döndüm. Evlenmiştim, işim de vardı.

Eşim, çok acı çektiğimin farkındaydı,

“İnternete girelim” dedi.

“Çok denedim, olmadı ” dedim.

Kalktı, bilgisayarın başına geçti, “Samire Zenati” diye yazdı. Roma’da bir restoran ismi çıktı, Tunus yemekleri yapıyordu. Gözlerimize inanamadık, “Aman Allah’ım! Bu o, annem bu!”

Şok olmuştum, hemen gitmek, kuş olup Roma’ya uçmak istiyordum, bırakmadılar, ya beni istemez, ya reddederse? Sonra psikolojim bozulur, depresyona girermişim vs…

Hiçbir şey umurumda değildi, yeter ki anamı bir kere göreyim; her sonuca razıydım.

Roma’dan Eren Bey gitti anama.

Rüzgâr tanıdık kokular getiriyordu. Telefonum çaldığında heyecandan titriyordum. Karşımdaki ses, “annenin yanındayız” der demez şoka girmişim, konuşamadım; konuşulanları duymuyordum.

Kendime gelmem için ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Eren Bey, anneme “Seni arayan biri var.” der demez, dudaklarından dökülen ilk kelime “Oğlum” olmuş, başlamış ağlamaya. Yıllarca peşime düştüğünü, izime erişemediğini söylemiş.

Resmimi uzattığında, ” bu benim oğlum, bebeğim, yavrum” demiş; otuz beş yıl sonra fotoğrafımdan ciğerlerine çekmiş, saçları dökük bebeğinin kokularını.

Günlerce hasta yattım, iyileşir iyileşmez Roma’ya uçtum. Eren Bey’in evine eriştiğimde, daha beni görür görmez, oturanların arasından kestane rengi saçlarıyla esmer güzeli bir kadın kollarını açarak, siyah gözleriyle bana doğru koşmaya başladı. Belli ki anamdı.

Boynuma attı kendini, sarıldık birbirimize, ellerimizi birbirimizin beline sarmış, başlarımızı geriye çekip çekip, gözlerimizin derinliklerine bakarak ağlıyorduk. İkimiz de üçer dil bilmemize rağmen anlaşamıyorduk. Ana evlat anlaşamamak, ne zor Allah’ım!

Bebekken içime çektiğim o anne kokusu bütün büyüsüyle odayı sarmıştı.

Ben onun sımsıcak bağrında, o da benim gözlerimde kayboldu. Bir sis bulutunun içinde ana-oğul uçuyorduk. Görülmesi imkânsız rüya geriye dönmüştü.

Dağlar geri vermişti nazlı maralımı, anamı. Başka ne isterdim.”

Sözlerini bitirdiğinde gözleri yine dolu doluydu.

Duygu yağmurlarında ikimiz de sırılsıklamdık; bulutsuz ıslanmıştık.

Bir elini bana uzatarak, “Allaha ısmarladık” diyor, diğer eliyle yanaklarına süzülen yaşları siliyordu. Ben yığılıp kalmıştım oturduğum yere; o, koştu misafirlerin ardı sıra.

Meğer misafirlerin içinde anası da varmış. Buzullarda tipiye tutulmuş bir penguen yalnızlığıyla koştu peşinden, belli ki yeniden kaybetmekten korkuyordu onu.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.