Bir yanık yürek lazım bize…
Yüzü asıktı toprağın…
Gülmeyi çoktan unutmuştu. Çatlamıştı yüzü.
Susuzdu dereler…
Dingin çeşmelerin oluklarında donmuştu damlaları.
Boy vermemiş ekinler, bodur kalmış buğday tarlaları…
Geçtiğimiz yollarda manzara dehşet vericiydi.
Toprağın yarıklarından fışkıran susuz alevler kasıp kavuruyordu ortalığı.
Her şey bir susuz yazı andırıyordu.
Çocukluk yıllarımın geçtiği köye vardığımda sular kesikti.
Anacığım “Köyümüzün suyu iyice azaldı, geceleri kesiyorlar, oğlum” dedi.
Muhtarlık evin önündeki fidanları bile sulamayı yasaklamıştı.
Her gelişimde sokağımızın sadık ve sevimli köpeği Ateş karşılardı ama bu defa o da ortalarda görünmüyordu.
Anama “Ateş nerelerde?” dedim. “O da terk etti buraları oğlum” dedi.
Ateş’in sahibi komşu kadın, şehre taşındıktan sonra o da başını almış gitmiş.
Bir yalnızlık ve bir terk edilmişlik sardı benliğimi.
Gübre yanığı domatesler ilişti gözüme…
Sular bizi terk ediyor, sular derinlere iniyor, sular insanoğlundan kaçıyor sanki…
Asırlar önce susuzluk bağrımızı delince, demirden dağları delerek gelmişiz Asya’dan, Anadolu’ya.
Günler geçiyor yüzü gülmüyor toprağın… Tarlalarda kuruyor ekinler…
Gözyaşları kurudu bulutların.
Bulutlar, kıskanıyor damlalarını, insanoğlundan.
Küremizde terk edilmişlik duygusu kuşatıyor bizi.
Biz neyi terk ettik. Biz neyi unuttuk da, ağlamayı unuttu bulutlar.
Buzullar bile erirken bizim buzlaşan yüreklerimiz niye erimiyor acaba?
Sahi neden yalvarmıyoruz Güneşin, bulutların, rüzgarın, semanın ve her şeyin sahibine.
Neden ısrarcı olmuyoruz.
Bir gönül tutulması mı yaşıyoruz.
Neden yanımıza masum çocuklarımızı, beli bükülmüş ihtiyarlarımızı, emzikteki bebeklerimizi ve hatta hayvanlarımızı bile alarak, “Allah’ım! Bu masumlar ve dil ağız bilmedik hayvanlar, hatırına” demiyoruz.
“Bizim günahlarımız yüzünden masumları ve hayvanları cezalandırma” diye yalvarmıyoruz.
Hem de her seherde, Güneşin alevden dudakları değmeden Günün yüzüne, dudaklarımız dokunsa şafağın gül yüzüne…
Bulutların dili çözülünceye kadar, durmasa dillerimiz. Bereketli bulutlardan dökülen damlalar, durdursa günahlarımıza alevlenen yüreğimizin yangınlarını.
Buzullar çözülmeden, gönüllerimizi çözebilsek, çözülecek semanın da dili.
Küresel ısınmadan önce, yüreğimizi ısıtabilsek, yanık yüreklerle varabilseydik keşke, her şeyin Sahibine…
Tevbe ateşinin alevlerinde günahlarımızı yakabilsek, damlalar donmayacak bulutların dudaklarında.
Toprak evin balkonundayım… Kaba bir rüzgar esiyor boğazdan…
Dağları, üzerinden aşan yolları, gökyüzünü, bulutları, yıldızları seyrediyorum.
Gecenin karanlığında dargın bulutlara bakıyorum.
“Dargınlıklar arttıkça, şükür azaldıkça daralıyor Dünyamız ve insanlara darılıyor bulutlar” diye düşünüyorum.
Sanki her şey bırakıp gitmiş gibi bir hal var.
Yıldızlar daha uzaklara gitmiş, bulutlar daha yükseklerde, dağlar yaslı duruyor.
Köyümün siyah saçlarını, Ay ışığı da okşamıyor derken, karşı dağların arkasından bir kızıl alev topu gibi görünüyor.
Rahatlıyorum…
Köyde her şey değişmişti ama bu büyülü manzara hep aynıydı.
Çocukluğumda da Ay, çoban türkülerine doymuş karşı yamaçların işte tam burasından kızıl atıyla kanatlanırdı.
Ay ışığı, hülyalı tepeleri okşayarak çukurdaki köyümüze doğru yayıldı. Köyün üzerindeki siyah örtüyü ışıktan eliyle sıyırınca, her şeyi daha rahat seçebiliyordum.
Ay’ın aydınlığında az ilerdeki “Tepe Oda”ya takılıyor gözlerim.
Uzun kış gecelerinde doyumsuz sohbetleriyle tanıdığımız Tepe Oda.
Toprak damı çökmüş, altından anıların iniltisi geliyor.
Bir zamanlar Rahmetli Bekir Ağa’nın cumbadan yarı beline kadar sarkarak. “Oğlum İsmayııııl! yemek getir, misafir var” dediği, her akşam ışığı yanan odalar, kimsesizliğin karanlığına gömülü duruyorlar.
Ekmeğini paylaşan cömert insanlar da, Tanrı misafirleri de çoktan terk etmiş gitmişler
Faik dedenin evini görüyorum. Artık onun da ışığı yanmıyor. Bir zamanlar, evinden çıkar çıkmaz etrafını sarardık bu yüreği sevgi dolu insanın.
“Boyumuzu uzattırmak” için tek sıra olurduk önünde. Elindeki bastonuyla usulca vururdu arkamıza, sonra diğer elini kordu başımıza “bak bir karış uzadı boyun” derdi. Sevinirdik. Çocukluk işte…
Saygımız vardı büyüklerimize. Onlarda sevgi duyarlardı küçüklere.
Köyün kuzey uçlarına uzanıyorum.
Yaz kış demeden beş vakit namazını camide kılan İki gözü âmâ Kara Mustafa Dayının evi de bir âmâ gibi bakıyordu, uzaklardan. Yağmurlu kış gecelerinde bile, çamurlu yollarda oluşan su birikintilerine bata çıka camiye gidişi geldi gözümün önüne.
İman ve ibadet neşvesi vardı bu insanlarda. Kışın buz gibi sularda şadırvanda abdest alırlarken, yoldan duyulurdu yüreklerinden taşan şehadet kelimeleri.
Yolun karşısındaki evlerde gezdiriyorum gözlerimi.
Bazı evlerin ışıkları çoktan sönmüş, orasında burasında oluşan yarıklar, yaşlı ve yorgun bir deve gibi ıhdırmış onları.
Bir hayalet gibi duruyorlar.
Yıkık saçaklarda, baykuşlar ötüyor.
Diğer evlerinde onlardan farkı yok. Ya ev ya da içindeki yaşlı insan kimsesiz.
Dün, ne kadar canlıydı bu sokaklar, gün doğmadan duyulurdu sesler. Koyun, kuzu, insan sesleri bir birine karışırdı.
Ezanla uyanırdı elinin kınası bile kararmamış taze gelinler.
Boyunduruğa koşulmuş öküzlerin çektiği araba tıkırtıları, kağnı sesleri, geceyi en tatlı uykularından uyandırırdı.
Bereketin seherde dağıtıldığına inanırdık.
Mehtabın ışığında gittikçe tamamlanan bir resim gibi her şey belirginleşiyor.
Yukarı çeşme, Mehtabın aydınlığında ışık banyosuna durdu.
Gözyaşları içine aksa da kimseye bir damla su vermiyordu.
Bir zamanlar yetişkin kızlar, ellerinde kırmızı testilerle suya gelirlerdi, bu çeşmeye.
Gün batımında, sıra sıra gelirlerdi.
Başlarında al al yazmaları, üzerlerinde allı, mavili, bindallı elbiseleriyle gelirlerdi.
Bekleşirler, eğleşirler, şakalaşırlardı.
Koca oluktan akan buz gibi suyun şırıltısında, çeşme başı muhabbeti yaparlardı.
Sonra yine omuzlarında buz gibi su dolu testilerle sıra sıra tutarlardı evlerinin yolunu.
Hürmete layık birini gördüklerinde yolunu kesip geçmezler, beklerlerdi.
Kızlarımızın yüzünde kırmızılaşan hayâmız vardı.
Çeşmeler susuz ve dereler kuru…
Neden?
Sahi sulardan önce neyimizi kaybettik.
Allah’a, anne babaya, büyüklere saygıyı…
İman ve ibadet neşvesini… Tevbeyi, günahlara ağlamayı…
Cömertliği, misafire ikramı, sevgiyi, şefkati, hayâyı kaybettik.
Önce biz, sonra sema unuttu ağlamayı…
Dualar yükseliyor semaya, dualar karışıyor havaya…
Yağmur havası var ve hava gittikçe ağırlaşıyor…
Ve bereketli bulutların dudağında donan damlalar, döküldü dökülecek…
Bulutların mavi kirpiklerinde asılı kalan gözyaşları düştü düşecek.
Şimdi sadece bir yanık yürek lazım bize…