Acinin Tarihi
Baharın son günleri…Ümit Burnu’ndayım. Koç sürüsü dalgalar, kayalarla toslaşıyor.
Foklar bahar dansında.
Yıllardır bıkmadan usanmadan yorgun yolcularını gözleyen deniz feneri, yükseklerden bakan bir şahin gibi ufukları gözlüyor. Kavisli, kıvrımlı dar patika yolları tırmanarak yanına varıyorum. Bir enin devesi gibi inliyor deniz feneri.
Beni görünce gönlüne göre bir sırdaş bulmuş gibi dile geliyor;
“Benim kaderimdir yalnızlık… Bazı geceler okyanusların korkunç uğultularında ürperir yüreğim. Bazen ansızın bir sağanak bastırır; bir karasu iner gözlerime, bazen bulutlar yıldırımlar kusar üzerime, bazı geceler yıldızlar küser…
Fakat en zor şartlarda, en acı hallerde bile hep görevimin başında olurum.
Bende acının tarihi, bir gün bu siyah insanların ülkesine çıkagelen beyaz insanlarla başladı.
Keşke o uğursuz günü hiç görmeseydim. O gelen gemilere ışıktan elimle işaret verip, yön göstermeseydim.
Hala o uğursuz günün vicdan azabıyla kaynar yüreğim.
O gemilerden inenlerin yüzü beyazdı ama içlerinin karanlığını görmek için çok beklemeyecektim. Gözlerindeki vahşeti gördü yüreğim. Şuradan, az öteden koştular Kara Kıta’nın içlerine doğru. Beyaz adamlar, ellerinde kırbaçlarıyla, sopalarıyla, zincirleriyle, köpekleriyle ve silahlarıyla çıktılar siyah inci avına.
Kadın erkek çoluk çocuk demeden milyonlarca siyahı zincirlere vurdular. Direnenlerin kolları budandı.
Yerlerde sürüklenen analar, bir daha göremeyecekleri yavrularının arkalarından öylece bakakaldı. Köle pazarları kuruldu, okyanus sahili boyunca yüzlerce köle transfer kalesi inşa edildi.
Kara Kıta’nın kara bahtlı köleleri beyaz adamın ülkesine doğrudan götürülmedi. “Ehlileştirmek” için önce Batı Hint adalarına, Karayiplere sevkedildi.
Elleri ve ayakları ayrı ayrı gerilerek bağlanıyor, sonra iplerin ucundaki ağır kütükler serbest bırakılınca ani çekiş darbesiyle kollardaki ve bacaklardaki eklemler yerinden çıkıyor ve esiri dörde ayırarak param parça ediliyordu.
Hamile kadınlara bunları seyrettiriyorlardı. Böylece kadınların duyduğu korku ve üzüntü henüz doğmamış olan siyah bebeğe geçiyordu.
Bu korkular işte şu anda siyah insanın içinde taşıdığı korkudur. Beyaz adam, bu topraklara sadece hazineleri için yaklaştı ve kolonileştirmek için parça parça böldü.
Beyaz adam, 15 milyon siyahı köle yapmak için tam yüz milyon siyaha kıydı.
Keşke sana denizlerin dibini gösterebilseydim.
Kara kara bedenleri, kıpkızıl kanları, tepiklerle çomaklarla parça parça edilmiş kemikleri! Hasta düştüklerinde kollarından tutulup denize fırlatılan o hamile siyah kadınları…
Kolayına yaşayıp gitmek için en iyi yolun önlerindeki köle gemisinin ardını bırakmamak olduğunu bilen köpek balıklarına yem olsun diye denizin göbeğine atılıveren zavallı kadınlar…
Beyaz efendiler ülkelerine getirdikleri siyah köle kadınlara kuşaklar boyunca tecavüz ettiler. Siyah insan gerçek rengini yitirdi. Siyah ana kendi çocuğunu büyütme şansına sahip değildi. Çocuk annesinden ayrı bir yerde yetiştirilerek, geçmişi ve kültürel mirası konusunda kimliksiz yetişiyordu. Böylece beyaz adam emeline kavuşuyordu; böyle büyüyen çocukların hemen hepsi öylesine korkak, öylesine çekingen, öylesine içine kapanık ve öylesine yüreksiz oluyordu ki…
Beyaz adamın ülkesine köle taşıyan gemilerden birinin adı İsa idi. Siyahların dudaklarında bir şarkıdır hep; “İsa’ya doğru koşalım.” İsa, işte o geminin adıdır.
Kendi toprağında, özgür insanlar iken köleleştirilen, kendi bağlarında bahçelerinde çoluk çocuğu köle olarak çalışan; verilen işi yetiştiremediğinde akşam bir salatalık gibi kolu bacağı kesilen insanların çığlıkları yıllarca yüreğimi parçaladı durdu.
Beyaz adam sadece Kongo’da 8 milyon siyahın kol ve bacağını çaprazlama kesti. Asit kuyularına atarak yaktı. Diğer ülkelerde de durum bundan farklı değildi.
Kendimi kederli günlerini biraz daha uzatmak için kırlarda çalı çırpı toplayan, kapı kapı dolaşıp ekmek dilenen yaşlı, beli bükülmüş bir kadına benzetiyorum…
Atlas Okyanusu’nun yosun kokulu rüzgârları beş yüz yıldır kederli şarkılar taşıyor yorgun yüreğime. Yüzyıllar boyunca günah tarih yazdı, iyilik suskun durdu. Gidenlerin derdi yetmezmiş gibi bir de burada kalanların başına gelenler dağlar yüreğimi.
Soveto denilen teneke evlerde yaşayan milyonların hayatı hep günübirliktir. Geleceğe dair hiçbir umutları, planları yoktur.
Üstü açık lağım kanalları, hastalık, ölüm eksik olmaz oralarda. Yakıcı güneş ışıkları teneke barakaları fırına çevirir; sıtma, dizanteri, tifo, AIDS bırakmaz yakalarını.Ortalama yaşam süresi 42’dir.
Beyaz Efendi hala üstündür, daima güçlüdür, her zaman saygıya layıktır. Ayrı sofralarda oturur, ayrı arabalara biner, ayrı evlerde yaşar onlar.
Umut Burnu’ndan ufuklara bakan deniz fenerini dinlerken ağaran saçlarıma art ardına damlalar düşmeye başladı.
Baktım Deniz feneri ağlıyordu; hıçkırıklar boğazında düğüm düğümdü;
“Siyahlar, vahşi hayvanlardan daha kötü muamelelere tabi tutuldu…
Peki neden?”
Beyaz adam kara kıtadan 1950_li yıllarda fiziki olarak çekilse bile, onun torunlarının bugün de siyah adamı rahat bıraktığını söyleyemem.
Bu gün Kara Kıta’nın hemen her yerinde yaşanan keder de yine beyaz adamın kirli ayak izlerine rastlamak mümkün.
Daha birkaç yıl önce Kongo’da üç milyon kişi öldürüldü.
Ruanda da yüz binlerce kişi iç savaşlarda Can verdi. Darfur hiç durulmadı.
Kara Kıta’da en çok görülen şey vahşet, en az görülen şeyse merhamet. Hiç gördünüz mü, açlıktan gözlerinin feri sönmüş, dalakları şişmiş, inlemeye bile mecalleri kalmamış olan çocukları? Gördünüz mü Etiyopya’nın, Hindistan’ın, Nijer’in, Bangladeş’in can çekişenlerini?
Hep başkaları yazmış Afrika’nın tarihini.
Yorgun yüreğim, bir gün Afrika’mızın kara bahtının döneceğini hayal ederdi. Dünyada gerçekten olmaz yokmuş.
Hayallerim gerçek oldu. Bir gün Umut Burnu’ndan umut yolcuları göründü. Onlar da beyazdı ama önceki beyazlara benzemiyorlardı. Yüzleri pırıl pırıldı. Gözleri şefkatle bakıyordu.
Sezgilerim çok kuvvetlidir benim. Çok geçmeden yanılmadığımı anladım.
Anadolu’dan gelen bu beyaz adam, bir siyahın teneke evine misafir oluyor, onunla aynı sofrada yemek yiyordu. Okullar açıyor, yetimhanelere sahip çıkıyor, başını okşuyor, çölde kuyular açıyordu.
“Buralarda yumak yumak acılar var” diyerek şefkati sınır tanımayan doktorları Kara Kıta’ya çağırıyordu.
Afrika’mızın kara bahtını değiştirecek insanlar bunlar, diye düşündüm. Acının devri kapanıyor, anladım.”