Komiser Yakup
1990’ın kışıydı. Doğu’da öğretmendim. Terör gittikçe tırmanıyordu. Yollar kesiliyor, otobüsler durduruluyor, taze baharındaki kızlar, delikanlılar dağlara götürüluyordu. Geceler kurşunlanıyordu. O kurşunlar anaların yüreklerinden geçiyordu.
O günler zor günlerdi. Ama zorluklar bizi yıldırmıyor, kamçılıyordu.
Öğrencilerimi, öğretmen arkadaşlarımı ve o zor günlerin bana kazandırdığı dostlarımı aradan bunca yıl geçmesine rağmen hiç unutamadım.
O dostlardan birisi de Komiser Yakub’tu, Yakub Aslan…
Daha otuzundaydı.
Orduluydu.
Onu ilk gördüğümde hakikatli bir yiğit olduğunu hemen anlamıştım.
Yeni doğmuş hilali andıran siyah kaşlarını kumral saçların tamamladığı yüzü yiğitçeydi.
O kış doğunun dağlarına her zamankinden erken indi kar.
Komiser Yakub ve üç arkadaşı bir görev için Anakara’ya giderlerken Darende yakınlarında beyaz ölümün kollarına bıraktılar taze bedenlerini.
O kış bizim için tam bir hicran oldu. Kışı nasıl geçirdiğimizi bilemedik.
Yolların geçit vermeye başladığı baharın ilk günlerinde Ordu’nun bir tepesinde kurulu köylerine uğradık.
Vadilerde gölgeler koyulaşmıştı.
Güneş, başlarını göklere uzatmış ulu ağaçların arasından kızıl elini uzatarak yan yana yatan üç mezarı okşuyordu.
Küçük melekleri Zehralarını ortalarına alarak, güzeller güzeli esi Zeynep’le birlikte yatıyordu Yakup Aslan.
Bir efsane gibi duran bu üç insanın hazin hikâyelerinin sonunu biliyordum ama başına bir türlü ulaşamıyordum.
Kime sorsam; “ailesi buraları terk etti gitti. İstanbul Güneşli’de yaşıyorlarmış, babası orada oğlu Yakub adına bir camii yaptırdı.” diyordu. Yıllar sonra yolum İstanbul’a düşünce bu yiğidin babasını bulmaya karar verdim.
Güneşli’ye vardığımızda ilkbahar güneşi, Güneşli’nin evlerini sokaklarını bütün tazeliği ile muttasıl aydınlatıyordu.
Uzaktaki bir minareden saniye saniye bütün bir Güneşli’yi hüzünden bir şal gibi örten güzel sesli müezzinin sesi, bahar güneşinin taze ışıkları altında ara sıra yeisle inceliyor, titriyor, bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşıyordu.
Merkezde ilk karsılaştığımız Mabedin avlusunda tatlı bir telaş vardı.
Mini tezgâhlarının üzerinde gözlük, kitap, koku, kemer satan seyyar satıcılar burayı oldukça hareketli bir pazar yerine çevirmişlerdi.
Avlunun uzakça bir köşesinde bahar güneşinin altına konulmuş masaların etrafında oturan insanlar bir yandan sıcak çaylarını yudumlarken, bir yandan da kıştan kalma kemiklerinin buzlarını eritmeye çalışıyordu.
Avlunun bir başka köşesinde dini kitaplar satan nurani bir adama yaklaşarak; “Burası Yakubiye Camii mi?” diye sorduk, “Yakubiye az ilerde” dedi adam.
Kısa bir yürüyüşten sonra mütevazı mabedi bulduk. Giriş kapısındaki levhada Yakub Aslan’ın kaşları gibi kavisli bir yazıyla Yakubiye Mescidi yazıyordu.
Kapı henüz kapalıydı.
Mabede komsu dükkanlardan Yakub Bey’in babası İsmail Efendi’yi soruşturmaya başladık.
Her zaman samimi ve yürekten olusuna hayran olduğum insan Mehmet Bey girdiği daha ikinci dükkandan yanında saçı sakalı apak olmuş yetmiş yaşlarında birisiyle çıktı geldi.
“İsmail Amca’yı buldum” dedi.
Tatlı bir tebessümle “hoş geldiniz” dedi.
“Ben Yakub’un arkadaşıyım” dedim. Van’da altı ay kadar birlikte çalışmıştık.”
“Demek Yakub’umun arkadaşısın” dedi. Bu sözü söyleyişinden anladım ki oğluyla ilgili her bir şey onu mutlu ediyordu.
Sokağın başındaki kahve pastane arası bir yere oturduk.
“Şu köşedeki evimizin temelini Yakub’umla birlikte atmıştık. Oturmak nasıp olmadı.” diye başladı sözlerine.
Evimizin altını mescit yaptım. Namazı çok severdi. Ruhunun bundan çok hoşnut olacağını düşündüm.
Konuşurken oğlu ile ilgili her bir hatıra, gamlı bir gölge gibi gelip oturuyordu nurlu yüzüne.
“Bir gece vakti anasıyla evde otururken; “Gel oğlunun cenazesini al” diye bir telefon geldi. Bir anda dünyanın bütün ışıkları sönüverdi. Yüce dağlar üzerimize devrildi.
Karlı bir günde Malatya Devlet hastanesinin morgundan Yakubumu alarak Orduya dogru yola çıktım.
Dağ taş bembeyazdı. Sonsuz bir beyazlığın ortasında yeşil bir cenaze arabası içinde Yakubumla birlikte yol alıyorduk. Her taraf kıştı, kıyametti ama asıl kıyamet içimde kopuyordu.
Van’daki eşi Zeyneb’e de;
“Yakup ağır yaralanmış. Ordu’ya götürüyorlarmış” demişler.
“Ne olur doğruyu söyleyin bana, gece Yakup’umu cennette gördüm, ‘ne olur bizi de al, ben çocuklarla ne yaparım sensiz,’ diye yalvardım.” demiş.
Zeynebim o kış kıyamette küçük Ömerle Zehrasını alarak Ordu’daki kız kardeşi Aysel’e sözlü olan öğretmen Ömer Çinar’la birlikte düşmüşler yola.
Gelinim Zeynep de yabancımız değildi, kardeşimin kızıydı. Çocuklukları ayni evlerde ayni sokakta geçmişti. Çocukluktan beri birbirlerini cok severlerdi.
Asıl kıyamet Ordu’ya evimizin önüne vardığımızda koptu. Kardeşim Kemal’le evimiz yanyanaydı. Evlerimizin içi dışı yangın yeriydi. Çığlıklar, onu alınmaz alevler gibi göklere ağlıyordu.
Beklemeye başladık.
Son defa bir birlerini görsünler diye gelinim Zeynebi bekliyorduk.
Bekleyiş gittikçe ızdıraba dönüşüyor, uzadıkça uzuyordu.
Bir ara; “Zeyneb’i ve çocuklarını getiren otobüs Tortum baraj gölüne uçmuş” dediler, gerisini hatırlamıyorum.
Aklım başımdan uçmuştu.
Yakub’um bekledi ama bir daha bu dünyada Esi Zeyneb ve küçük beyaz meleği Zehrasi ile buluşamadı, Allah’ın onları orada buluşturduğuna inanıyorum”
Arkasını getiremedi, sustu. Bugulu gözlerle yüzme baktı. Öyle bir hüzün vardı ki o bakışta anlatamam.
“Ben o gün cesetler Tortum Barajı’ndan çıkarılırken oradaydım” dedim.
Gözleri acıyla parladı birden.
“Demek oradaydın!”
Hava buz kesiyordu. Kar yağıyordu.
Dalgıçlar her daldıklarında bir cesetle çıkıyor, çıkarılan cesetler Tortum’un karlı yamacına ak zambaklar gibi sıra sıra diziliyordu.
O gün içimden, daha dün bu insanlar sıcak yataklarında yatıyorlardı, diye geçirdim.
Küçük Zehra’yı da annesiyle birlikte buz gibi karların üzerine uzattılar.
Anne kızın yüzleri kar gibi bembeyazdı. Gece boyunca nehrin buz gibi suları yıkamıştı tertemiz bedenlerini.
Her ikisi de bir melek safiyeti ile yatıyordu. Ruhanileşen bu tertemiz bedenlere toprak değmesin diye, melekler, altlarına kar gibi bembeyaz çarşaf sermiş, üzerlerini de ışıltılı kar taneleriyle örtüyorlardı.
Sanki arkamı dönsem, melekler onları kaparak, göklere uzanan beyaz bir ışık helezonu içinde cennete alıp götürecekler gibi bir his vardı içimde.
Kanlı Tortum, sanki uhrevi âlemde yıkanmış da, yakınları “son defa görsün” diye tertemiz, bembeyaz veriyordu cesetleri.
Dalgıçlar o gün Tortum’dan 16 ceset çıkardılar. Ömer Öğretmen’in cesedini ise bir türlü vermiyordu Tortum. Köylüler, “Tortum alıp götürmüştür, nicelerini hiç geri vermedi” diyordu.
Zavallı babası;
“Zalim Tortum ver Ömer’imi! Son bir kez bağrıma basayım yavrumu” diyordu.
Dalgıçlar son bir umutla daldıkları Tortum’un buz gibi kollarından kopararak getirdiler Ömer’i. Kırk sekiz saatten fazla kaldığı soğuk sularda, onun da teni bembeyaz olmuştu.
Başına dayadığı elini hafif kaldırdığımızda akzambak gibi ağarmış yanağına sımsıcak kan sızıverdi.”
Yakub Aslan’in babası acılarla yontulmuş bir anıt gibi sessizce dinliyordu anlatılanları. Bu nur yüzlü adam 22 yıl sonra ilk defa duyuyordu anlattıklarımı. Yüreğindeki asırlık çınarlar gibi yarıklara yeniden taze kanlar yürüdüğünü hissetti kalbim.
Nurani yüzü, yorgun ve yaslı yüreğindeki yangınların yeniden harekete geçtiğini gösteriyordu.
Güneşli bir günde ansızın iniveren bahar yağmurlarında yıkanmış gibi sırılsıklam olmuştuk.
Dehasına ne benim, ne de onun takati vardı.
Müsaade isteyip ayrıldığımızda Güneşli’nin minarelerinden öğlen ezanları yükseliyordu.