Yaşatma ideali
Soğuk bir İstanbul akşamı… Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın “Yaşatma İdeali” toplantısı için yollardayım.
Hava kar kokuyor.
Sisler ve ışıklar arasındaki Boğaz Köprüsünü geçerken rüzgâr, üşüyen insanların ağıtları gibi çığlıklaşıyor.
Sokakların müdavimi evsiz ve kimsesizleri düşünüyorum.
Daha bir üşüyorum.
*******
Taksimdeki Ceylan otele vardığımda toplantı da başlamak üzereydi.
Vakfın hemen her organizasyonunda olduğu gibi yine her kesimden insan salonda yerini almıştı.
Bir ara oturduğum yerden sağ tarafıma eğilip şöyle bir baktım. Siyah elbiseleri içinde Fener Rum Patriği Bartelemeo beyaz sakalıyla, hemen yanında da beyaza bürünmüş saçlarıyla Alaaddin Kaya Bey dikkatimi çekiyor. Bu gün bu görkemli salonda ülkenin en seçkin aydınları Muhterem Fethullah Gülen’in son çıkan kitabı üzerinden yaşatma idealini konuşuyorsa bunda bu ikilinin attığı ilk adımların büyük katkısı vardı.Oturum başkanlığını Mehmet Altan’ın üstlendiği toplantının konuşmacıları Şahin Alpay ve Ali Bulaç’tı.
Şahin Alpay; “Ben dindar bir kimse değilim. Ama dinlere ve dindarlara saygım vardır.” diye başladı konuşmasına.
“Benim Gülen’e büyük bir saygım var, çünkü o uzlaşmacı bir kişiliğe sahip. Bunu ilkin 1995’de Milliyet Gazetesinde ifade ettim. Hocaefendi’nin yaşatma ideali, Türkiye’nin insanlıkla buluşmasına vesile oldu. Bu gün bütün bir dünyayı etkisi altına aldı.
Aydınlar da sahip çıktılar.
Hareketin en iyi tanıdığım yönü okullar. Dünyanın değişik ülkelerine yaptığım seyahatlerde gördüğüm bu okullar beni hep etkilemiştir. Ancak yakın bir zaman önce Irak Kürdistanı’na yaptığım seyahat hepsinden etkileyiciydi. Yirmi beş okul olmuş. Bu öğretmenler küresel vicdana hizmet ediyorlar.”
Sonra sözü Ali Bulaç aldı.
O da “Hocaefendi hakkında konuşmak zor” diye başladı sözlerine:
“O modern ulema profili çiziyor.
Yerelden ulusala, ulusaldan evrensele yürüyen bir mütefekkir.
Toplumun siyasi kültürünü demokratikleştiriyor.
Türkiye’nin küresel olguya yaptığı tek ve yegâne katkı Türk Okullarıdır.
Hocaefendi’nin ideali, kâmil insandır.
Kamil insan, kendi ile barışık, zafere değil, sefere talip insandır.
Hocaefendi; “Yangın var!” diye haykırıyor. “Ortalığı sarmış bir yangın var, önce insanları o yangından kurtarmamız lazım” diyor. O kendi için değil, başkaları için yaşıyor.”
Bir ara Eyüp Öğretmen geliyor yanıma. Türkmenistan’da görev yaptığı bir gün “bir çocuk düştü” dediklerinde “eyvah emanete sahip çıkamadık” diye inleyen; düşenin kendi kızı olduğunu öğrenince de; Oh! Benim çocuğummuş” diye, Allah’a şükreden bir modern derviş olan Eyüp Öğretmen. Hiç şüphesiz vakfın son zamanlarda yaptığı en anlamlı etkinliklerden biri olan bu toplantı sürüp giderken; yaşatma ufkunun sultanlarının sözleri çığlıklaşıyor kulaklarımda:
“Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmem. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!”
“Allah’ım! Eğer azap edersen onlar senin kullarındır, eğer affedersen senin şanındandır.” Mekke’nin ateş yurdu olduğu günlerde bir Miraç Süvarisi olarak muhatap olduğu kutlu misafir ülkesi Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Güllerin Efendisi’nin bizlere olan vefası, bir abide gibi yükseliyor gecede. Sonra perdeleri alevden olan bir ateş tiyatrosu geliyor gözlerimin önüne. Yeryüzünü tertemiz pırıl pırıl insanların doldurması için bir ömür boyu Babil’i, Mezopotamya’yı, Anadolu’yu, Hicaz çöllerini dolaşan, batıp gidenlere hiçbir zaman gönül bağlamayan, aşkının başına getirdiklerinden “ah” eylemeyen, koca bir yüz yıl hep ateşlerde yürüyen bir insan görünüyor ateş sahnesinde. Semada melekler, yerde su taşıyan karıncalar, dallarda kuşlar; “Yetişin! Allah’ın peygamberi yanıyor” diye çırpınıyor. Gökte bulutlar; “Ya Rab! Ne olur izin ver ağlayalım, bu gün değilse ne gün…” diye yalvarıyor. O ise hiç aldırmadan, hiç yalvarmadan alevlerin arasına dalıyor. Peygamberane ufuklardan bir ses düşüyor alevlerin ortasına.
” Ya Rab! Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın.”
Ardından asrın çilekeşinin sesi duyuluyor; “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.”
Servete, makama, cana takılmadan insanlık için her zaman dimdik ayakta duran, bir fettan gibi dünya karşılarına dikilse bile dönüp bakmayan; hatta götürüp Cennete koysalar, “vazife var” deyip geri dönebilen yiğitler bir bir geçiyor ateş sahnesinden.
“Hatta haydi Cennet’e yürü dediklerinde, ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma, yürekliliği gösteren, yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme iradesi gösteren yiğitlerin resmi geçidine sahne oluyor salon. Toplantı boyunca, benim gibi sıradan insanların görmediklerini gören, duymadıklarını duyan, bilmediklerini bilen insanların ızdırap dolu sesleri yankılanıp durdu salonda. O gece bir kez daha anladım ki bu iş duyarsız insanların işi değil. Aslında herkesin fıtratında bir şefkat çekirdeği vardır. Ama o çekirdeğin çatlayıp, filizlenmesi için uygun bir ortam olmalıdır. Onun içindir ki tarih boyunca demircilik ve fırıncılık gibi Cehennem’in alevlerini akla getirecek mesleklerle meşgul olan insanlar arasında pek çok Hak dostu çıkmış, o işlerde adeta pişmiş ve olgunlaşmışlardır.
Erzurumlu Fırıncı İshak Baba onlardan biridir. İshak Baba’nın düşüncelere daldığı bir gün kendisine ne düşündüğü sorulduğunda;
“Ahireti, sorgu-suali, Cennet ve Cehennem’i düşünüyordum. Bir anda Cehennem gözlerimin önünde alev alev tülleniverdi. İnsanların çoğunun birer âsî olarak oraya gideceklerini düşündüm. Onlar adına o kadar çok üzüldüm ki, azabın dehşetini vicdanımda derinlemesine duyunca Rabbim’den niyaz ettim ve gayr-i ihtiyarî defalarca şunu söyledim, “Yakma Allah’ım! Şu biçare kullarını yakma; sonra dilersen onlara bedel beni at nâra!”
Bu Hak dostlarından biri de Cüneyd-i Bağdadi devrinde yaşayan demirci Ahmet Efendi’dir. Cüneyd-i Bağdadi bir gün; “Allah’ım! Bu devirde senin katında en makbul insan kim ise onu bana bildir de gidip duasını alayım” der. Demirci Ahmet Efendi işaret edilir. Cüneyd-i Bağdadi birkaç gün bu büyük Hak dostunu takib ederse de onun tavır ve davranışlarında sıradan bir Müslüman’ınkinden farklı bir şey göremez.
Sonunda dayanamaz ve; “Efendi! Saklama asrın sahibi sensin, bu makama nasıl eriştin, söyle” der. Demirci Ahmet Efendi; “Yahu bırak Allah aşkına! Asrın sahibi olmak kim ben kimim, ben ibadetlerini aksatmamaya çalışan bir Müslümanım. Ben her sabah dükkânıma gelir, Ateşi yakar, örsü demiri hazırlarım. Döveceğim demire şekil vermek için ateşin korlaşmasını beklerim. Akabinde ateşin karşısında akşama kadar çekiç sallarım. Yalnız bazen alevler gözümde büyür. O vakit Cehennemi hatırlarım. Evimde ki çocuklarımın, eşimin, insanların durumunu düşünür dehşete düşerim.
“Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’e acı, onlara merhamet eyle” sözü dileme pelesenk olur, ağlamaya başlarım.
Derken kendimden geçerim. Ne kadar vakit geçer bilemiyorum. Kendime geldiğimde bir de bakarım ki dövdüğüm demirin kızgın kor tarafını elimle tutmuş, diğer soğuk ucunu dövüp duruyorum.”
2 thoughts on “Yaşatma ideali”
sayın tokak, yaşatma ideali elbette en yüce ideallerdendir. bu uğurda gayret gösteren bütün salihlerin yolunda olmak gibi bir görevimiz var. yalnız bunu ifade ediş şekliniz bana biraz garip geldi.insanları davetten çok insanüstü bir tablo çizerek o makamı ulaşılmaz kılmaktan ibaret bir üslubunuz var. Nasıl olsa biz onlar gibi olamayız diyerek lakayt kalmaya yol açar diye düşünüyorum.Bir de bu derin hissiyatı amele dönüştürmenin ilkelerini de vermeli değil miydiniz?
O acidan bakmamisim cok tesekkurler