Yularsız Aslan
Güneşin, sarp kayalıkların ardına sarkmasıyla, akşamın melalinin çökmesi bir olmuştur vadiye.
Her geçen gün ateşi artan bir cehenneme dönen Yemen’de, Efsanevi kahraman Mirali’nin de gelmesiyle morali bir hayli düzelen askerlerimiz, Sana Şehri’nden eşkıyaları sökmüş atmış, İmam Yahya’yı eşkıyaları ile birlikte Şehara Kalesi’ne kadar kovalanmıştır.
Kalenin önüne kadar gelen kahraman askerlerimiz, insanın bakmaya korktuğu uçurumun üstündeki köprünün dinamitlendiğini görünce yılanın inine girdiğini anlamışlardır.
Gece kalenin önündeki vadide geçirilecektir.
Vadiye akşamın karanlığı çökmüştür.
Gecenin, siyah bir şal gibi yavaş yavaş örtmeye başladığı bu ıssız vadideki çam ağacının dibinde, üzerine beyaz bir örtü örtülmüş birisi yatmaktadır.
Vatandan çok uzakta ölen bu yiğit kimdir?
Sevdikleri nerededir?
Çevresine serilmiş keçelerin üzerinde oturan subayların ve gözyaşı selinde boğulan askerlerin haline bakılırsa çok sevilen bir komutan olmalıdır.
Engin bir sessizlik çökmüştür vadiye.
Böyle yerlerde hava ruhlarla dolu olur.
Tepelerde kolan vuran rüzgârın tesiriyle, koca çam ağacı yiğidine yas tutan bir ana gibi inleyip durmaktadır.
Bir dala asılı duran fenerin ışığında hayaletler gibi gidip-gelen askerler…
Binbaşı Rifat Bey, üzeri örtülü cesedin başucuna oturarak;
” Arkadaşlar! Şimdi size efsanevi bir yiğidin hayat hikâyesini anlatacağım.” diye başlar sözlerine.
“Adı: Yularsız Aslan…
Tiflis’in Darvas Köyü’nde dünyaya gelir.
Babası ‘Abdullah Efendi’ vefat ettiğinde on yedi yaşındadır.
Abdullah Efendi’nin cenaze merasimi, çok muhteşem olur. O gün civar köyler Darvas’a akın eder.
Bu kadar itibar edilen bir insanın Müslüman mezarlığına gömülmesine o günkü idare izin vermez.
Yularsız Aslan, vefat ettiği gece babasını rüyasında görür.
“Beni bu Hrıstiyan mezarlığına nasıl gömdürdün! Utanmıyor musun, beni burada bırakırsan sana hakkımı helal etmem!” diye bağırır.
Babasının bağırtısına yataktan fırlayan Yularsız Aslan, eline de kazma küreği alıp mezarlığın yolunu tutar.
Zifiri karanlık, karlı bir gecedir.
Babasının mezarını açarak, cesedi omuzlar ve Müslüman mezarlığının yolunu tutar.
Bir hayli yol aldıktan sonra karanlıkta ‘dur’ sesiyle irkilir.
Gece devriyesindeki askerlerdir.
Tüfeklerini, Yularsız Aslan’a doğrultarak; “Omzundakini yere bırak, ellerini havaya kaldır,”derler.
Yularsız Aslan, babasının cesedini usulca yere bırakırken, şimşek gibi bir sıçrayışla iki askerin de ellerinden tüfeklerini fırlatır. Aynı anda hançerini sıyırır ve askerlerin cesedini yere serer.
Babasını tekrar omzuna alarak Müslüman mezarlığına götürüp, defneder.
Gün ışırken eve gelir, olanları ailesine anlatır.
Biraz sonra askerler tarafından kapılarının çalınacağını bildiklerinden, ailece Keçeli Köyü’ndeki baba dostları Ahmed Ağa’nın yanına giderler.
Sabah, olay, çevrede bomba etkisi yapar.
Askerler köyü basar.
Baskı ve işkenceler sonucu Yularsız Aslan’ın yerini öğrenirler.
Evin sarıldığını anlayan Yularsız Aslan, ahıra iner ve bir ata atlayarak İran’a kaçar.
Rus Çar’ı II. Aleksandr, yakalanması için İran Devleti’ne başvurur.
İran askerleri onu bir handa kıstırırlar.
Hanın ikinci katından sırtına atladığı bir atın süvarisini yere yuvarlayarak, kayıplara karışır.
Tekrar ülkesine döner.
Askerler dağ taş dere tepe onu ararlar.
Çemberin iyice daraldığını anladığı bir gün Osmanlı topraklarına geçer.
Bu defa da Rus çarı, onu Osmanlı hükümetinden ister.
İki askerin öldüğü bir çatışmada yaralı ve baygın bir halde yakalanır.
Günler sonra gözlerini açtığında prangalı bir halde kendini Kars Hapishanesi’nde bulur.
Mahkumlarla kazdığı tünelden kaçarken yakalanır. Arbede sırasında asker, süngüsünü Yularsız Aslan’ın bacağına saplar.
Yularsız Aslan, süngüyü kavrar ve asker tüfeğini çekince, süngü, Yaralı Aslan’ın bacağında kalır. Elleri ve ayakları prangalı olduğu halde, ani bir hareketle süngüyü bacağından çıkarıp, ustalıkla askere fırlatır. Asker, boğazına saplanan süngüyle cansız yere yığılır.
Üç gün boyunca tarlada ot yığınlarında saklanır.
Burada topuğunu keserek ayağındaki prangadan kurtulur.
Elleri ise hala kelepçelidir.
Herkesin uykuda olduğu bir sırada ahırdan aldığı bir atla kaçar.
Tekrar Rusya’ya geçer.
Kısa zamanda, gadre uğrayan ailelerin gençleri etrafında toplanır.
93 Harbi başladığında geceleri Ruslar’a baskınlar yapar.
Ruslar’a çok kayıp verdirir.
Çar, onu çetesiyle birlikte hizmet karşılığı affederse de, onun gönlü Osmanlı’dadır.
Talebi Ahmet Muhtar Paşa tarafından kabul edilir.
Kars Kalesi’ni kuşatan Rusları canından bezdirir. Defalarca Kaledeki Rus kuşatmasını yararak askerimize erzak yetiştirir.
Bir gün, atı vurulup yere kapaklanırken kendisi havada perende atıp, ayakları üstüne düşer. Aynı anda tüfeğini ateşleyip, atını vuran askeri vurur, üzerine gelen diğer askeri de kılıcıyla biçerek, öldürdüğü askerin atına atlayarak çarpışmaya devam eder.
Ailesine duyduğu hasret, onu derinden yaralamaktadır.
Ailesini almak için yakalanma tehlikesini göze alarak köyü Darvas’a gider.
Dönüşte, bir vadiyi sessiz geçmek gerektiğinde eşi Bahar Hanım’ın kucağındaki oğlu Rüştü’yü bir çalının dibine bırakır.
Bahar Hanımın gözyaşlarına dayanamayan görümcesi geri dönerek, kundaktaki Rüştü’yü alır.
Sivas’a yerleşirler.
Bir gün, idarecilerin kendisiyle uğraştıklarını duyan Sultan Abdülhamid;
” Bana bir adamı çok mu gördünüz? O, benim Yularsız Aslan’ımdır, onunla uğraşmayın!” der.”
Yemen her geçen gün ateşi artan bir cehenneme dönünce, Sultan Abdülhamid; ‘Yularsız Aslanım’ın yararlı olacağını ben de biliyorum; fakat git! diyemem,’ Der.
Bunu duyanca kendi kurduğu, efsanevi yiğitlerden oluşan 40. Hamidiye Alayı ile Yemen’e gelir. İşte anlattığım bu efsane yiğit şu anda örtünün altında yatan Mihrali Bey’dir.
Sonrasını siz benden daha biliyorsunuz.
İsyancılar Sana’dan sökülüp atılırken, elinde tüfekle bir panter gibi peşlerine düşüp onları kovalarken, mevzilendikleri o korkunç kayalıklarda, baş döndürücü uçurumlarda, gösterdiği kahramanlıkları hepiniz biliyorsunuz.
Onca çatışmadan sağ kurtulurken, ne yazık ki koleradan kurtulamadı.
Demek buraya kadarmış…”
Binbaşı Rifat Bey sözlerinin gerisini getiremez. Konuşurken sık sık sildiği gözlerini mendiliyle kurular.
Komutanların ve 40. Alayı’nın yetim kalan efsanevi yiğitlerinin gözyaşları yağmur gibi boşalmaktadır.
Gecenin karanlığında, yakınlardaki şelaleden dökülen seslerin karşılıklı yarlarda yankılanması insanın içine ayrı bir ürperti salmaktadır.
Ve gece sırtını sabaha dayarken, vadide bir ateş yakılır, su ısıtılır ve yıkanır.
Esmer yüzleri uzamış, avurtları çökmüş, gözleri çukurlara kaçmış, bakışları solmuş Mehmetçiklerin, parçalanmış çarıklar, yırtık ve yamalı yazlık elbiseler içinde soğuktan tir tir titreyerek, komutanlarıyla birlikte huşu içinde saf tutuşu, görülmeğe değer pek hazin bir manzaradır.
Birden bir ses yayılır vadiye;
“Merhumu nasıl bilirsiniz?”
Sesler yankılanır yamaçlarda;
“İyi biliriz”
Altında can verdiği çam ağacının dibine, yamaçlarda öten üveyiklerin hazin sesleri arasında gömerler Yularsız Aslan’ı. O gün bu gün bir ses yankılanır yanık sesli güzel Anadolu kızının, kadının yüreğinden.
“Gece bir ses geldi derinden, derinden.
Beni mi çağırdılar Yemen Çöllerinden.”
Neylersin, yiğitlerin hayatlarını, arzuları değil, vazifeleri çizermiş.