Yorgun güvercin
Yorgun kanatlarıyla son çırpınışlarını en son Kocatepe Camii’nin avlusunda gördüler. Bitkin vücudu sonbahar rüzgârlarının önüne kattığı kuru bir yaprak gibi savruldu.
Bakışları korkutmuştu hepimizi o gün. Bir ömür boyu umutla, sevgiyle ışıldayan gözler bunlar mıydı? Bir cenazeye gelmişti ama, kendi bedeni canını orada bırakmışçasına kollarda sürükleniyordu. Onu Kocatepe avlusuna sürükleyen saiki hala anlamış değilim. Mecalsiz bedeni o gün yere yığıldı ve bir daha kalkamadı.
“Karaoğlan” dün nihayet mahşeri bir kalabalık tarafından Kocatepe Camii’nden uğurlandı. Aramızdan bütün bütün ayrıldı. Bir ömrü hiç durmadan, dinlenmeden hep koşarak yaşadı. Bitkin bedeni pek yorgundu. Akşamları dostlarıyla ev oturmaları yapamadan, kendisine ve Rahşan hanıma zaman ayıramadan gitti. Bir ömre çok şey sığdırdı, çok şey yaptı. Yaptıklarını ülkesi ve insanı için olduğuna inandı. Doğruları da vardı, yanlışları da. Kültürümüzden aldığımız terbiye ile biz, aramızdan ayrılanların yanlışlarını gittiği yere bırakıp, güzel ve hoşça yanlarını ve anılarını konuşmayı tercih ederiz.
Başbakan yardımcısı olduğu günlerde Çin’e yaptığı bir ziyaretinde, fedakâr işadamı Ali Açıl Bey’le beraber biz de vardık. Ecevit belki de bir yurt dışı seyahatinde yanında ilk defa bir iş adamı götürüyordu. Sıradan bir yolcu gibi bizimle beraber sıraya girdi, özel muamele, ayrıcalık kabul etmedi. Bu onun için hassasiyet değil, sıradan bir davranıştı.
Uçağımız tarihi ipek yolunun başlangıcı olan Şian’a indiğinde, orada üniversite okuyan Türk öğrenciler karşıladı Ecevit’i. “Hoş geldiniz Sayın Başbakanım” diye pankart açmaları onun için çok hoş bir sürpriz olmuştu. Şaşırdı, kendini topladığında ilk cümlesi, “Harun bey bu öğrenciler otelimize gelebilirler mi onlarla konuşmak istiyorum” oldu. Ellerinde Çin’e ait minik hediyelerle akşam talebeler konakladığımız otele geldiler. Ecevit, onları odasına aldı, tek tek dinledi, sıkıntıları olup olmadığını sordu. Öğrenciler Şian’da yaptıkları kültür faaliyetlerinden söz ettiler, Çinlilerin gösterdiği ilgiden bahsettiler… Çok mutlu oldu, gözleri parlıyordu. Bu idealist gençleri çok sevdi. Ani bir hareketle yerinden kalktı ve iç odaya geçti. Biraz sonra elinde bir tomar zarfla geri döndü. Zarfları tek tek dağıttı öğrencilere. Sonradan öğreniyoruz ki, içlerine cüzdanından çıkarttığı, kendi parası olan dolarlar koymuş. Hep birlikte otelin restoranına indik. Biraz önce harçlık verdiği gençleri kendi masasına aldı, yemeğini onlarla beraber yedi. Yine sonradan öğreniyoruz ki, öğrencilerin yemek paralarını da kendi cebinden ödemiş, devlet harcırahından değil.
Devletin parasına, insanların hukukuna titizlenen ender devlet adamlarımızdandı Bülent Ecevit.
Her vesile ile Türk okullarını savundu. En zor zamanlarda, kimi dost görünenlerin vefasızlığına rağmen, o hep bu okulları destekledi, güvendi. Türkiye ile diğer ülkeler arasında kalıcı bir kültür köprüsü olduğunu biliyordu.
Sade bir hayatı vardı. Or-an’da bir kooperatif evinde 50 yıl oturduğu herkesin malumu. Son derece sade döşenmiş bir evdi. Evin en gözde aksesuarı kütüphanesiydi.
Fethullah Gülen Hocaefendi ile biri Ankara da ki bu mütevazi evde, diğeri de İstanbul’daki evinde olmak üzere iki üç defa görüştüğünü hatırlıyorum. Rahşan Hanım çayları kendisi servis yapar, yardım talebimizi de kabul etmezdi… Ecevit benzerine az rastlanır zerafette bir insandı. Hocaefendi, zahmet etmemesi için çok ısrar etmesine rağmen, misafirini uğurlarken binanın dışına kadar gelmişti Ecevit. Bu görüşmelerde siyaset hiç konuşulmaz, daha çok tasavvufi konular teati edilirdi. Onun Tagore’ye olan ilgisi ise herkesçe malumdu.
Bu görüşmeler onda Hocaefendi hakkında sarsılmaz bir güven duygusu oluşturdu. 28 Şubat döneminde kendisine izlettirilen o malum kaset de ondaki güven duygusunu sarsamadı, “Bende bir şey değişmedi” dedi. İnandığı bir şeyi sonuna kadar savunurdu. İlkeli bir duruşu vardı.
1997 yılındaki “ulusal uzlaşma ödül gecesi”ne katılamadığı için, ödülünü takdim vesilesiyle randevu talep ettiğimizde “hayır, gelip bizzat ben alacağım” dedi. 28 Şubat dönemini en sert rüzgarlarının esmeye başladığı günlerde, 2 Şubat 1998’de İstanbul’daki vakıf merkezimize kadar gelip ödülünü alma nezaket ve cesaretini göstermişti.
Türkçeyi güzel konuşur, Türk dilini çok severdi. 2006’nın Haziran ayında yapılan 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları’na davet için yine Or-an’daki kütüphane gibi kullandığı evine gittik. “84 ülkeden Türkçe konuşan çocuklar gelecekler, Türkçe Olimpiyatlarında yarışacaklar” dediğimizde çok heyecanlandı, “Final gecesi sağlığım elverirse mutlaka orada olacağım” dedi, ama o gece Gata’da yoğun bakımdaydı Ecevit. DSP İstanbul İl Başkanı’nın gelip adına aldığı ödülden hiç haberi olmadı. “Türkçe dünya dili olmalı, bu okullar dilimize büyük hizmet veriyorlar” derdi.
“Okulların yılmaz savunucusu oldunuz, yetkililer yurt dışında yeni açılacak bir okula adınızı vermek istiyorlar” dediğimizde “şimdi değil ama benden sonra olabilir” demişti. Umarım ilgililer ilk fırsatta bunu dikkate alacaklardır. Onun bunu fazlası ile hakkettiğine inanıyorum.
Türk siyasi hayatında kasırga gibi bir “Karaoğlan” fırtınası geldi ve geçti.
Şimdi şiirleri, güvercinleri öksüz kaldı.
“Kan izleri silindikçe toprağa can geleceğine, sevginin el ele büyütüleceğine” inanırdı.
Beyaz kanatlarıyla Anadolu’nun dağlarında, taşlarında, uçsuz bucaksız bereketli topraklarında konmadık, uçmadık yer bırakmayan “yorgun güvercin,” dün mahşeri bir kalabalığın kanatlarına konarak Kocatepe’den son defa uçtu ve gitti.
Ne diyelim “Allah taksiratını affetsin”