HARUN TOKAK

“Damarlarımda Türk kanı var”

Ders zili çalmıştı. “Geç kalmamalıyım” diye düşündü. Öğretmenler odasından çantasını kaptığı gibi sınıfına koştu. Dantela gibi, dünyanın en güzel deltası üzerine kurulmuştu Astrahan şehri. Yüzyıllarca Altınordu devletine başkentlik yapmış olan bu tarihî şehre yeni gelmesine rağmen öğrencilere kendini sevdirmeyi bilmişti. Sevgi yaşatan bir iksirdi çünkü; bengisu pınarlarından su yerine sevgi içmişti.

Bu şehirde iki şeyi çok seviyordu. Öğrencileriyle birlikte olmak ve güneşin batışı eşliğinde Volga’nın Hazar’a dökülüşünü seyretmek. Anasına kavuşan evladın kollarını açışı gibi tam burada kollarını açar Volga ve altın sarısı renklerle beş on koldan atar kendini Hazar’ın bağrına. Gurbette, bu hazin buluşma alır götürür öğretmeni bambaşka dünyalara.

Sınıf defterini imzalayıp tahtaya yönelmişti ki, yerinden kalkmamış mahzun öğrenciyi fark etti. Anadolu türküleri kadar hüzünlü ve güzel yüzlü öğrencinin yanına gitti.

-Neyin var Nikolay?, dedi

-Annem hastanede öğretmenim, onu düşünüyorum.

-Baban ilgilenmiyor mu, ağır mı annenin hastalığı?

-Babam inşaatta amele. Gece-gündüz çalışıp bize bakmak zorunda. Annemden de umut vermiyor doktorlar.

Boşalmaya hazır bulutlar gibiydi. Ellerini yüzüne kapadı. Omuzları hafif hafif kalkıp iniyordu. İbrahim öğretmen ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı. Kendisi de bir işçi oğluydu ne de olsa. Elini Nikolay’ın ipek sarısı saçlarında gezdirdi.

Anadolu’da yolunu gözleyen anası geldi aklına. Zavallı anacığı biraz olsun iyileşmiş miydi acaba? Nasıl da ağlamıştı arkasından kendisini uğurlarken? Sanki bir asır geçmişti aradan, o kadar çok özlemişti onu.

Bu yüzden hasretin dinmek bilmeyen acılarını her gurub vakti Volga’nın hazin şırıltılarında dinlendirmek, Hazar’ın dalgalarına salmak istiyordu. Bir an daldığı hayallerinden ayıldı ve “Nikolay, üzülme, dersten sonra birlikte annene gideriz” diyebildi. Çocuk bir parça rahatlamış gibiydi.

Ders bitmişti. “Hadi gidelim” dedi İbrahim öğretmen. Nikolay’la beraber öğretmenler odasına geldi. Kitaplarını ve önlüğünü dolabına koydu. Beraberce çıktılar.

Hastaneye yaklaştıkça Nikolay’ın heyecanının arttığını fark ediyordu. Koridordaki bir odanın önünde durdular. Nikolay’a, “Önce sen gir de, benim geldiğimi haber ver” diye tembihledi. Kadın oğlunu görür görmez yattığı yerden doğrulurken, yavrusuna kollarını açıyordu. Nikolay da annesinin kollarına attı kendisini. Doya doya sarıldılar. Çocuk bir an “Belki de bunlar anneme son sarılışlarım, onu son koklayışlarım” diye geçirdi içinden. Sonra toparladı kendini. “Anne, sınıf öğretmenim de burada, seni ziyaret etmek istiyor” dedi. Zavallı kadın yatağında doğruldu, yanaklarına süzülen yaşları sildi, ağarmaya başlayan saçlarını topladı. “Tabii oğlum, gelsin” derken şaşkınlığını gizleyemiyordu.

Bir öğretmen neden gelsin ki hastaneye? Sebebi ne olabilirdi? Yoksa çocuğu bir kabahat mı işlemişti?

İbrahim bey gülen bir çehreyle içeri girdi. “Geçmiş olsun efendim, duyunca çok üzüldüm ve sizi ziyaret etmek istedim” diyerek elindeki çiçeği yatağın baş ucuna bıraktı. Bu asil jestten çok duygulanan hasta kadının ağzından, “Öğretmen bey evladım. Nikolay’ım size emanet, ne olur ona yalnızlığını hissettirmeyin. Oğlumu size emanet ediyorum. Zaten birkaç günlük ömrüm var. N’olur Nikolay’ımı her gün bana yollayın da, kalan günlerimde doya doya koklayayım” sözleri döküldü. İbrahim bey şaşırmış kalmıştı. “Durunuz hele efendim, Allah’dan ümit kesilmez. Ben doktorlarınızla bir görüşeyim” diyebildi.

-Gerek yok öğretmen bey evladım. Doktorlar bir litre kan ve bir de ameliyat parası bulmamı istediler. Bunları tedarik etmemiz imkânsız.” İbrahim öğretmen “Daha çok gençsiniz, ümitsiz olmayınız” diye teselli etti hasta kadını. ‘Kırk yaşlarında ya var ya yok’ diye geçirdi içinden. Bu yaşta beli bükülmüş bu zavallı kadının haline gerçekten çok üzülmüştü. “Ağlamayın artık” dedikten sonra Nikolay’a dönerek, “Sen annenle kal, ben az sonra gelirim” deyip odadan çıktı.

Hemşirelerden kadının kan grubunu öğrendiğinde aldığı cevaba sevindi. Kan grubu tutuyordu. Sonra gitti, bir kulübeden okuldaki arkadaşlarına telefon açtı. Biraz sonra dört beş arkadaşı daha hastanedeydi. İkisinin kanının daha tuttuğu anlaşıldı; kan işi tamamdı. Sıra paraya gelmişti. Arkadaşlardan toplayarak ameliyat parasını tamamlarız diye düşündüler ve müjdeyi vermek için beraberce hastane odasına yöneldiler.

Haberi verdiklerinde kadının gözyaşları dinmek bilmemiş, minnettarlığını nasıl bildireceğini şaşırmıştı. Herkes onun kanayan yüreğinin acısın dindirmeye, dağınık kâkülünü düzeltmeye koşuyordu. Nikolay sevincinden annesine sarılıp sarılıp öpüyor, bu sırada ağzından aynı sözler dökülüyordu: “Yaşayacaksın anneciğim, yaşayacaksın.” Kadın da oğlunun altın sarısı saçlarını okşayıp kokluyor, “Evlatlarım, siz nasıl insanlarsınız? Buralarda evlat annesine yapmaz sizin yaptıklarınızı” diyordu.

Öğretmenlerin yaralı yüreklerinden bir sızıdır akıverdi.

Ne zamandan beri duymamışlardı “evladım” sözünü bir ana yüreği sıcaklığında.

-Size borcumu nasıl ödeyebilirim? dedi kadın dudakları titreyerek. “Siz orasını merak etmeyin”, dedi İbrahim bey, “Bizim de annemiz sayılırsınız”.

Ameliyat başarılı geçmişti. Yatağına getirildiğinde kadın hala baygındı. Bu arada devlet televizyonunda program yapan bir bayan da yandaki yatağa yerleştirilmişti. Narkozun tesiri geçtikçe kendine gelen hasta, kıpırdayan dudaklarından, “Allahım, sana şükürler olsun, benim damarlarımda Türk kanı var” sözleri dökülüyordu.

Kendine geldiğinde yatak komşusu kadın, “Sen ne sayıkladığını biliyor musun? Ne demek ‘Damarlarımda Türk kanı var?’ Sen Rus vatandaşı değil misin?” diye çıkıştı kendisine. Kadın, Türk öğretmenlerin yaptığı fedakârlıkları bir bir anlatınca oda arkadaşı da kendisine hak vermek zorunda kalır.

Koğuş arkadaşı iki kadın taburcu olduktan birkaç gün sonra Türk Koleji’nde buluştular. Nikolay’ın annesi Türk öğretmenlerin fedakârlık ve şefkatini bu defa devlet televizyonu vasıtasıyla bütün Rusya’ya anlatırken sözlerini şöyle bitiriyordu; “Allah’a şükrediyorum ki, damarlarımda Türk öğretmenlerinin kanı var!”

Uzun yıllar öğretmenlik yapmış biri olarak Öğretmenler Haftası münasebetiyle, gurbet ellerde ve hususiyle iki dünya savaşının fitilinin ateşlendiği topraklarda sevgi çerağları tutuşturan fedakâr öğretmenlerimizi bir kere daha anmak istedim.

Sevgiyle tutuşmuş gönüller, mutlaka etrafındakileri mutlu edecek bir formül bulur.

Bu mefkûrenin baş mimarının dediği gibi, “Nice orduların giremediği en sağlam kaleleri sevginin kahramanları kolaylıkla fethederler.”

Sevdadan atlarına binip giden bu yiğitler nice gönüller fethettiler.

Selam olsun o yiğitlere!

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.