Yoldakiler
Mart, kıştan kalma son tipilerini savuruyordu.
Kalabalıklar, “Yoldakilerden biri koşarken çatlamış” diyerek tarihî mabede doğru koşuyorlardı. Avludaki dev çınarın yaprakları havada kavisler çizerek birer ikişer soğuk mermerlerin üzerine düşüyordu.
Ulu mabed, beş yüz küsur yıllık tarihi boyunca kimleri son yolculuğuna uğurlamamıştı ki… Vezirler, paşalar âlimler, sanatkârlar, şairler ve bilcümle mü’minler. Eller üzerinde birer birer Hakk’a yürümüşlerdi.
O gün muhteşem mabedin avlusu hıncahınç doluydu.
Bir genç; “Kaç yaşındaydı?” diye sordu yanındakine.
“Yetmişe yaklaşmış olmalı” diye cevapladı arkadaşı. .
On binlerce insan oradaydı.
Fatih’in minarelerinden yanık ezanlar, güvercinler gibi kanatlanıyordu göklere.
Yaşlı ve yorgun küheylan, ‘Sen koşmana bak, çatlarsan yollar utansın’ sözüne uyarak koşarken çatlamış ve yıkılmıştı. Uğruna hayatını feda ettiği ezanları son defa dinliyordu.
Bir ömür boyu yollarda yeldire yeldire yürümüş, koşmuş, kükremiş ama şimdi sükûn içinde musalla taşında dinleniyordu.
Her şey bir sesle başlar…
Bir gün Kestane Pazarı Camii’nin şadırvanında abdest alırken kulağına genç bir vaizin gönüllere nüfuz eden sesi gelir. Takunyalarıyla koşar camiye. Namazdan sonra onunla tanışır ve kendisine birkaç soru sorduktan sonra, “İşte şimdi yıllar yılı aradığımı buldum” der ve bir daha hiç peşini bırakmaz. Kendine “kutlu bir dost” bulmuştur. Kürsüde konuşan genç vaiz, Fethullah Gülen’dir.
Evini İzmir’e taşır ve hayatını tamamen hizmete adar.
Köy köy, kahve kahve birlikte dolaşırlar. Evinin yolunu unutur. Onun içindir ki çocukları, “Biz öksüz büyüdük” derler.
Artık o hep yollardadır. İslami uyanış için İstanbul çok önemlidir. İstanbullu varlıklı işadamlarını kapı kapı dolaşır.
Bir gün Fethullah Gülen Hocaefendi’yi İstanbul’a davet eder ve Yahya Efendi Dergahı’nda bir grup insana sohbet etmesine vesile olur.
Nurlara bürünmüş yatan Yahya Efendi’nin dergahında nurlu ve bereketli bir gece olmuştur. Bir sukut musikisi gibi duran bu zarif bina dile gelir o gece.
Çamlıca Külliyesi o gecenin meyvesidir.
Ve İstanbul’da birkaç öğrencinin kalabileceği ilk ev Topkapı’da açılır.
Ardından, Fatih’te üç katlı bir düğün salonu öğrenci yurduna dönüştürülür.
Artık o, öğrencilerin Hacı Kemal Ağabey’idir. Gece gündüz demeden onlar için koşturur.
“Anadolu’dan gelen çocuklar İstanbul’da savrulup gitmemelidir” sözü şiarı olmuştur.
Sonraki yıllarda açılacak olan pek çok okula öncülük yapan Özel Fatih Lisesi, onun ilk göz ağrısıdır. Her taşında ve tuğlasında gözyaşı ve alın teri vardır.
Gün gelir Anadolu’ya açılır.
Önce Doğu’nun sarp yollarına vurur kendini. Serhat şehrimiz Van’dan başlar. Van Gölü’nün masmavi serinliğinde gönülleri ferahlatan öğrenci seslerini duyduğunda “Oldu bu iş” diye oturup ağlar.
1989’un sıcak bir Ağustos günü yine bir okulun işleriyle meşgul olurken annesinin vefat haberini alır. Koşarak gider, yüzünü açar ve alnından öptükten sonra “Ah anacığım, bana bir şey diyecek miydin? Keşke yanından ayrılmasaydım” diyerek sarsıla sarsıla ağlar. Artık duasını aldığı, başını dizine koyduğu şefkat abidesi anası yoktur.
Gayri o, hep yollardadır.
Van’dan Urfa’ya doğru döndürür yönünü. Sonra yine bir serhat şehrimiz olan Edirne’ye. Anadolu’nun pek çok eğitim kurumunda onun müstesna katkıları vardır. Gözyaşları vardır.
1991 yılında Sovyetler birliği dağılmıştır. O kış, bahar bestesiyle gelmiştir. Hiç vakit kaybetmeden aynı yılın zemheri soğuklarında ‘Yoldakiler’ yine yollardadır. Aylardan Ocak’tır. Yollarda ışık süvarileri vardır. Sert toynak sesleri, küheylan kişnemeleri duyulur. Bunlar ‘Önden Giden Atlılar’dır.
İlk durak Batum’dur. İnsanlar “Türkler geldi! Türkler geldi!” diye yollara dökülür. Buradaki Tatar Mescid’i yetmiş yıldan beri kapalıdır. Paslı kilidini Türklerin açmasını isterler. Minare ayakta durmak için direnmiştir. Yanık bir ezan sesi duyulur Tatar Mescidi’nden. Kadınıyla erkeğiyle herkes yetmiş yıl sonra ilk defa duydukları bu sese koşarlar.
Hacı Kemal Ağabey,”Yaşı bir hayli ilerledi, şekerin, kalbin, tansiyonun var, gitme” diyenlere aldırmadı ve “Asıl ben gitmezsem mahvolurum” diyerek katıldı önden giden atlıların arasına.
Yaşı yetmişe yaklaşmıştır ama yaşlı küheylan artık Asya yollarındadır. Uçsuz bucaksız bozkırların soğuğunda savurur yelelerini.
Azerbaycan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkelerin Milli Eğitim Bakanları ile görüşülür.
Yeniden yollarda…
Uzun ve sıkıntılı geçen günlere ve çekilen emeklere değer, hemen hepsinden olumlu sonuçlar alınır.
Hacı Kemal Ağabey, Tacikistan’ı çok sever ve oraya daha fazla zaman ayırır. “Bu çorak bozkırlar Babil bahçelerine dönmelidir” diyerek koyulur işe. O günlerde ölümü göze almadan oralarda durmak imkânsızdır. Ortalık ölüm kokmakta, iç karışıklıklarla ülke alev alev yanmaktadır. Yetkililerce, “Can güvenliğinizi sağlayamıyoruz” diyerek zorla çıkarılırken bile yanındaki öğretmenlere; “Yoksa kaçıyor muyuz?” derken hıçkırıklarını tutamaz. O anda halk Özbekistan sınırına doğru ağlayarak kaçmaktadır.
Ortalığın birazcık sakinleştiğini haber alır almaz hemen geri dönerler. Yolda Rusça bir levha görür. Yanındaki öğretmene levhada ne yazdığını sorar. “Stop” yazıldığı cevabını alınca, “Orada ‘dur’ yazıyor ama bize durmak yok, evladım” diye cevap verir.
Tacikistan’ın Tursunzade şehrinde ilk Türk koleji açılır.
Asya’da karanlık gerinmeye başlar ve bir yıldız düşer bozkıra.
1993’ün soğuk bir kış günü. Zemheri soğukları yine başlamıştır. Türkiye’den gelen bir telefon, yıllarca, gece gündüz demeden, hiç yüksünmeden insanlara evini açan, sadıka ve saliha bir kadın olan eşinin vefat haberini veriyordu.
Biricik kızı da o sıralarda sürekli diyalize girmektedir. Eşinin vefat haberini alınca şaşırır ve “Biz kimin için bekliyorduk, kim girdi araya” der. Günlerce eve gelemediği zamanlarda hiç yüzünü ekşitmeyen hayat arkadaşını son yolculuğuna uğurlamak için ilk uçakla Türkiye’ye döner.
Ağlamanın tadına varır…
Gece taziyeleri kabul ederken metin görünmeye çalışırsa da herkes dağılınca mendilini çıkarıp hıçkıra hıçkıra gün ağarıncaya kadar ağlamanın tadına varır.
En kısa sürede tekrar döner Tacikistan’a.
Tacikistan’nın Tursunzade, Düşenbe, Kurgantepe ve Kulap şehirlerinde arka arkaya okullar açılır.
Öğretmenler, “Kemal Ağabey, çok yoruluyorsun” dediklerinde, “oğlum bu işlerin üstesinden gelmek için erimek, tükenmek lazım” diye cevap verir.
Tacikler,”Hacı Ata sizi Allah (c.c) gönderdi ” derler. Artık o, Taciklerin “Hacı Ata”sıdır.
Onun hayalinde hep Hocent vardır. “Türk medeniyetinin ilk kurulduğu yer olan Maveraünnehir’de mutlaka bir okul açmamız lazım” der. Bir zamanlar kıyısında Korkut Ata’ların dolaştığı Siriderya Irmağının yanında, Taciklerin “Hacı Ata”sı gezinmektedir artık.
Öğretmenlerden biri bir gün kendisine “Altın Nesli” sorduğunda “iş yap evladım, iş” diye cevap verir. O, aksiyon insanıdır.
Elinde imkânlar varken lüks, israf, debdebe yolunu kesememiştir. Kelepir kovalamamıştır.
Sınıflarda derslerin boş geçmesine gönlü asla razı olmaz. Pamuk toplama mevsiminde, “Madem devlet okulları tatil, herkes pamuk toplamaya gidiyor, öyleyse okullarımızı tatil ederek biz de gidelim” diyerek, pamuk tarlalarına dalar ak sakalı ve ak saçlarıyla.
Geceleri delik deşiktir. Uyku tutmaz gözlerini, gezinir koridorlarda. Gece yarısı vuran bir gonk gibi zonklar şakakları.
Öğrencilerin sesini duymak için okulun misafirhanesinde kalır. Sıladan ve kutlu dosttan uzak, ıssız diyarlarda geçen günler dokunur yüreğine. Bazen ahizenin bir ucunda kendisi, diğer ucunda Kutlu Dost, hiç konuşmadan dakikalarca karşılıklı ağlaşırlar ve sonra kapanır telefonlar.
Bazı geceler öğretmenlerden birisine, “Evladım, haydi şu bizim şarkımızı bir söyle de dinleyelim” der.
“Seni gördüğüm zaman neden dilim tutulur
Seni gördüğüm zaman güller elimde kurur
Susma gönlüm sen söyle. Haydi gönlüm sen söyle
Haydi söyle rüyalarda gördüğümü
Haydi söyle uykusuz gecelerimi. Haydi söyle”
Her dinlediğinde ak sakallarına akar yüreğinin yaşları.
“Bu türkü, yıllar önce kaybettiğim eşimi, aylardır görmediğim hocamı ve dahası Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i hatırlatıyor bana” der.
Acı, kızının rahatsızlığından dolayı yüreğinin bir köşesinde bir kor gibi durur.
Hüzünler ayı…
1996 yılının yine bir Ocak ayıdır. Ocak onun için “mâh-ı ahzân”, yani hüzünler ayıdır. Bozkırın soğuğu karla birlikte beyaz saçlarını da savurmaktadır.
Nihayet o beklenen acı haberi getirir bozkırın sert rüzgârları:
“Kızının durumu çok ağır, acele gel” dediklerinde yaralı aslan Amuderya kıyılarındadır. Acılar yumruklar yüreğini. Maveraünnehir’de ışık yavaş yavaş belirginleşirken o ilk uçakla döner Türkiye’ye. Çok sevdiği biricik kızını istemeye geldiklerinde “Benim gelinlik kızım mı vardı ki?” dediğini hatırlar o sırada. Beyaz gelinliği ile evden gittiği gün daha dün gibidir.
Küçüklüğünden beri hasretini çektiği babacığı, başucundadır ama artık onun konuşmaya mecali yoktur. Sonsuzluğu kanatlanır tek kelime konuşamadan…
Kızı musallada yatarken İncirliovalılara yurdun bitip bitmediğini sorar. Onlar “Hacı Ağabey, bunları sonra konuşsak” dediklerinde, “hizmet geri kalmaz evladım” der.
Kızını uğurladıktan birkaç gün sonra yine Tacikistan yollarına düşer.
Yaşlı ve yorgun bedeni yoğun hizmet temposunu kaldıramamakta, özellikle kalbi ciddi sinyaller vermektedir. Şekerden ayak parmakları açılmıştır. Yaralı aslan, bozkıra düşen ay ışığında beyaz yelelerini savurarak yeldire yeldire yürür.
Evlatları, sözünü kıramayacağı insanları araya koyarak Türkiye’ye dönüp tedavi olması için yalvarırlarsa da o, “Buralarda yapılacak çok iş var, gelemem” diye reddeder.
Her ne kadar gelemem dese de, yaşlı aslan derinden yaralıdır, yorgundur. Bağrındaki yaralar içten içe yıkmaktadır onu.
En küçük oğlu getirmek için gider yanına. Kutlu dostun da araya girmesiyle Türkiye’ye dönmeye güçlükle ikna edilir.
Uğurlamak için Tacikistan’ın bütün şehirlerindeki öğretmenler ve işadamları toplanırlar Başkent Duşanbe’deki okula.
Ta Belevi’nden, İncirliova’dan, başlar anlatmaya.
İncirliova Kuran Kursu’nun açıldığı yıllar…
Kuruluşunda büyük emeği olan Aydın İmam-Hatip Okulu…
Okulu tanıtmak ve daha çok öğrenci çekmek için kurduğu mehter takımı…
Geceleri uykularında “Mehteran, hasdur!” diye bağırarak uyandığı geceler…
Sonra Kestanepazarı yılları…
Tahta kulübede kutlu dostla geçen aydınlık geceler…
Köy köy, kahve kahve dolaştığı günler…
Sonsuza açılmaya namzet ruhlar için birer terminal, birer liman vazifesi gören Tepecik’te birkaç talebenin kalması için açılan ilk ışık ev. “Hocam hasta” diye Nokta durağındaki merdivenlerde ağladığı anlar…
Temeli ihlâsla atılan ve sonraki yıllarda Anadolu’da açılacak bütün yurtlara dayelik yapacak olan Bozyaka Yurdu…
İstanbul yılları…
Fatih Lisesinin merdivenlerini üçer üçer çıktığı günler…
“Falan yerin ranzası gitmiş mi? Müdürü gelmiş mi?” diye uykusuz geçen yorgun geceler… Ağlayarak kılınan namazlar…
Anadolu yollarında geçen günler…
Serhat şehirlerimizin birinden ötekine koştuğu yıllar…
Sarp Kapısı’ndan Asya’ya açıldığı yıllar… Gözyaşlarıyla dile gelir.
“Ne çabuk geçti bu yıllar” sözü, hıçkırıklara boğmaya yeter salonu.
Dinleyenlerin gönlüne kor düşmüştür. Bugüne kadar ne böyle bir toplantı, ne de bir konuşma yapmıştır. Büyük fırtınanın habercisidir her şey. Acı sonun farkındadır herkes. Onlarla helalleşir, tek tek kucaklaşır. Gözyaşları sel olur akar.
Tacik ve Türklerden oluşan kalabalık bir heyet gözyaşları içinde uğurlarlar Hacı Ata’larını.
Bu onların Hacı Ata’larına son bakışlarıdır…
O ülkesine dönerken Asya’da da gün dönmüştür. Artık mevsim tomurcuk çağındadır.
Son bakış…
Yorgun aslan ülkesine dönse de artık yiğitler yollardadır…
Fecrin ışık ordusu “yoldakiler” dağılmışlardır dünyanın dört bir yanına.
Türkiye’de ilk tedavi ve bakımı yapılır. Kendisini biraz iyi hissettiği bir gün Belevi’ne gelir.
Farkına varmıştır ihtiyarladığının. Hüzzam sevdalar savrulmaktadır dallarda.
Bir zamanlar şevkle koştuğu tepelerin ardından ötelerin ağaran şafakları gerinmeye başlamıştır.
Gençlik yıllarının geçtiği bu yerlere son bakışıdır.
Artık hayat rüyasının billuru çatlamıştır. Gözünü hazansız baharlara çevirmiştir.
İstanbul’a döndüğünde ağırlaşır ve hastaneye kaldırılır.
13 Mart 1997 Perşembe… Gün ışımaya başladığında o yeni bir hayata doğar.
Asya’da, şekeri olduğu için yandığının farkına varamadığı ayağının yanığından tanırlar morgda.
Fethullah Gülen Hocaefendi yüzünü açar.
Dönüp dönüp bakılası bir güzellik tütmektedir yüzünden.
Bir pınar perisi gibidir.
Alnından öperek örtüyü kapatır ve “Okul, okul diye gitti, yeri doldurulamaz” diyerek ağlar.
Bu ona son bakıştır.
Yoldakiler öksüz, yollar yetimdir artık…