HARUN TOKAK

Oyalı başörtüsü

Gece…

Dışarıda incecikten bir yağmur…

Vakit gece yarısını geçmişti

Geceler boyunca Azrail (a.s)’i beklerken seccadelerinin üzerinde öylece sabahlamışlardı…!

Ölüm çökmüştü hücrelerine…

Ecel, koridorda sabırsız bir at gibi kişneyip duruyordu.

Derken, demir kapılar açıldı… Yolculuk başlamıştı…

Halil ve Selçuk…

Türbelerine nur inmiş dervişler gibi seccadelerinin üzerindeydiler.

“Gidiyoruz” dedi, gardiyanlar.

Koridorun karanlığında sanki bir aydınlatma ışığının haresinde gelinlikler içinde birbirine doğru yürüyorlardı.

Karanlık bir dünyadan Cennete doğru değil de, sanki Cennetten dünyayı aydınlatmak için gelen iki beyaz melek gibiydiler.

Günler sonra yeniden kavuştular, kucaklaştılar.

Savcı, “Arkadaşları daha fazla bekletmeyelim” dedi. Bu söz her şeyi anlatıyordu. Son defa sarıldılar, helalleştiler.

Bu onların birbirlerini son görüşleriydi.

Son arzuları; son namazdı. İki rekat… Son kıyam.. Son rüku… Son secde…

Ellerini kaldırıp, son dualarını yaptılar… Yüzleri o kadar nurlanmıştı ki…

İnfazın yapılacağı bahçe projektörlerle aydınlatılmış, ortalık gündüz gibiydi. Sehpa kurulmuş yağlı urgan parlıyordu.

Ürpertici bir manzara vardı… Az sonra iki genç insanın dünyaları değişecekti.

Halil’i getirdiler önce. Boynunda yafta takılıydı.

Hoca;

“Halil, Allah’a gidiyorsun,” dedi.

Tebessümle başını salladı.

“Biliyorum Hocam! Dostlarımıza selam söyleyin, ölümümüze üzülmesinler.”

Biraz sonra da Selçuk…

Tekbir getirerek sehpaya yürüdü, her iki yiğit.

* * *

Bir televizyondaki belgesele mıhlanıyor gözlerim.

12 Eylül yılları…

Yanakları dolgun, hafif çember sakallı genç, bir hüzün pınarı gibi kaynıyor;

“Mahkeme salonunda duruşma saatini beklerken artık ölümü yendiğinden emin olduğum Halil’e sormuştum;

” Nasıl bir gecede asılmak istersin?”

“Yağmurun hafif çiselediği bir gecede…”

Ekrana çakılıp kalıyorum.

Gece ilerliyor…

Belli ki acılarla yoğrulmuş yüreği pek yorgundu.

Göz pınarlarında sık sık irileşiyordu gözyaşları.

Üniversite yıllarım aklıma düşüyor.

“Ülkemize doğacak bir şafak için ne yıldızlar sönmüş Allah’ım” diye düşünüyorum.

Köyde; ilk okulda birlikte okuduğumuz, birlikte top koşturduğumuz, her sabah bir elimizde odun diğer elimizde kitaplarımızla okula doğru birlikte yürüdüğümüz, minnacık yüreklerimizde sevgiyi birlikte büyüttüğümüz arkadaşlarımız, okumak için gittikleri kentlerden köye döndüklerinde neden birbirine düşmanca bakıyorlardı.

Kentlerde neler oluyordu, üniversiteler neden bizi birbirimize düşman ediyordu?..

Her gün gazetelerde kurşunlanan insanlarımızın fotoğrafları yayınlanıyordu. Huzur darağacındaydı.

Kim ölüyor, neden ölüyor? Kim öldürüyor, neden öldürüyor?

Kimse bilmiyordu.

Boykotlar, bombalamalar, çatışmalar, yokluklar, ölümler ülkeyi her geçen gün derin bir kaosa sürüklüyordu. Birileri “faşizim tırmanıyor,” diğeri “bu kış komünizm geliyor,” bir diğeri “dikkat şeriat tehlikesi kapımızda” diyordu.

Maraş ve Çorum olayları…

Bizim kuşak korkuların neslidir. Korkularla büyüttüler bizi.

Yüreğimizdeki sevgiyi çaldılar. Yitik sevginin nesliyiz biz.

Ve 12 Eylül sabahı…

Türkiye’ye sığmayan bizler; sağcısıyla, solcusuyla, milliyetçisiyle, dindarıyla küçük küçük hücrelere sığdık.

Dışarıda birbirimizi öldüren, yaralayan bizler; içerde bir birbirimizin yarasını sarma zorunda bırakıldık. Birlikte işkenceler çektik.

Dışarıda birlikte yemek yemeyi bile beceremeyen bizler; içerde üç öğün birlikte dayak yedik.

Kardeşliği, dostluğu askıya alan bizlerin hayalleri, Filistin askılarına asıldı.

Kara Eylüller kırdı dallarımızı, sonbahar soğukları soldurdu güllerimizi.

Kâbus gibi çöktüler ve bir neslin ufkunu kararttılar. Gül bahçelerini talan ettiler. Gözlerini bağladılar, gönül evini yağmaladılar, umutlarını kararttılar.

Anaların bağrı yandı. Türküler yarım kaldı.

Halil onlardan birisiydi.

Binlerce Halil’den birisi.

İmanlı bir ülkücüydü.

Yiğitti… Gözü pekti…Derindi bakışları…Polat gibi bir delikanlıydı.

İdam edileceğini biliyordu. Son mahkemede arkadaşlarından “iki gelinlik” istemişti.

Devletin elbisesiyle gitmek istemiyordu. İdam elbisesinin torba gibi bir şey olduğunu, onları giymeleri halinde ellerinin, kollarının içerde kalacağını, rahat can veremeyeceklerini, söyledi.

Koğuşta 23 kişiydiler. Üzerlerinden iki kefen parası çıkmadı. Sonunda mahkûmlardan birinin ailesinin getirdiği iki beyaz nevresimi cezaevi terzisine diktirerek, Halillere yolladılar.

Kendi aralarında gelinlik diyorlardı, idamlık elbiselere.

Arkadaşları diğer koğuşlarda onun idam edileceğini biliyorlardı ama kavuşamıyorlardı, konuşamıyorlardı.

Taş duvarlar, demir kapılar biçiyordu yollarını.

Cezaevi terzisi bir fırsatını bularak,

“Bahçede sehpa kuruluyor, bu gece Halil’le Selçuk’u asacaklar !…”

diye haber vermişti.

Kur’andan cüzler dağıttılar, hatim okudular, yarım saatte bir sala verdiler, sesimizi Halil’le Selçuk duysun, moral bulsun diye.

İnfazlar 01:00’de olurdu.

Koğuş başkanı İrfan, son defa salâ vermek üzere çıktı pencereye. Halil’in mahkeme salonunda söylediği sözler geldi aklına…

“Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterdim.”

Elini koğuş parmaklığından dışarı uzattı, avucunu göğe doğru açtı. “Aman Allah’ım!” Yağmur, Halil’in duasına icabet edercesine çiseliyordu. Kendi kendine;

“Ah Halil’im! Rabbimizden güneşleri yağdırmasını dileseydin, Rabbim bu gece güneşleri bile yağdırırdı” diye mırıldandı.

Yağmurun göz yaşları hüzünlü ve ıslak haberler veriyordu.

Halil’in eşyalarını koğuşa getirdiler.

Özel eşyalarını ayırdılar. Notlarını okudular. Notlar; daha çok kılınan kaza namazları, tutulan oruçlardı. Ölümle ilgili ayetler, hadisler ve bir sürü ilmihal bilgisi…

Eşyalar arasında gazete kâğıdına sarılmış küçük bir paket dikkatlerini çekti. Çorap ve iç çamaşırı olacağını sanmışlardı.

Açtılar, ” Etrafı oyalı yeşil bir başörtüsü ” O an savruldular.

Bittikleri andı.

Bir gözyaşı anaforuna tutuldular.

Bütün koğuş ağlıyordu.

Rahmetli Halil tutuklanmadan kısa bir zaman önce evlenmiş, murad alamadan hapishane köşelerine düşmüştü. İhtimal ki; iki buçuk yıl kaldığı ölüm hücresinde eşinin başörtüsü onun dert ortağı olmuştu.

Babası “benim oğlum şehit” diyordu.

Annesi; “oğlum şehit oldu mu? Olmadı mı?” diye çok üzülüyordu.

Bir gece bir rüya görür, rüyasında;; Cennet’te kadın-erkek bütün sahabiler toplanmış Hz. Peygamber(s.a.v.)’i beklemektedir..

“Burada ne var ki böyle toplanmış bekliyorsunuz!” diye sorar.

“Bilmiyor musun, bugün burada şehit Halil’in düğünü var. Nikâhını Hz. Peygamber(s.a.v.) kıyacak onun için bekliyoruz”

Bu çocuklar bizim çocuklarımızdı. Kıydık onlara. Anaların yüreği hala o acılarla taze kanıyor.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.