Terörist Bir Kızla Asla
Güz mevsimiydi…
Araba, güz yağmurlarının yıkadığı ıslak yolda hızla ilerliyordu
Uzaklardan ormanların hüzünlü uğultuları, çoşkun derelerin homurtuları duyuluyordu.
Köye yaklaştıkça heyecandan yüreği kabarıyordu.
Güz rüzgarlarının en küçük hamleleriyle dallardan yüzlerce yaprak boşluğa savruluyor, sonra da toprağın bağrına düşüyordu.
Bir anda içi titredi, üşüdü. Yanında oturan dünya güzeli eşine biraz daha sokuldu.
Eşini çok seviyordu. Ona duyduğu sevgi bir eşe duyulabilecek olandan daha fazlaydı. Onun yanında kendisini güvende hissediyordu.
Oysa uzun zamandır yabancısı olduğu bir duyguydu bu.
Hemşireydi.
Bir hastanenin onkoloji servisinde çalışıyordu.
Her gün servisindeki kanserli hastalardan bir kaçı ölürdü.
“İşte öldüler, yok oldular, bir daha dönmeyecekler” diye düşünürdü.
Nasıl da çaresizdi?…
Her gün ölümü eliyle tutuyordu. Güzel gözlerinden giren ölümün soğuk rüzgarları gönlünün taze yamaçlarında kırmadığı dal bırakmamıştı.
Normal ölümlerin dışında, ülkesinde intihar oranı da oldukça yüksekti. Her gün yaklaşık yüz kişi bir şekilde canına kıyıyordu.
Daha hızlı ölmek için de hızlı trenler seçiliyordu genellikle.
İnsan er veya geç sınırsız hayal ve arzularının, dünyaya sığmadığını anlıyordu.
Bu insan ruhuydu, her şey değişse de, o aynıydı, insan ruhuydu işte, her şeye isim veren , her şeye bir anlam arayan insan ruhu. Belki sesi kısıktı, günlük hayatta duyulamıyordu ama içten içe yükselen bir çığlığı vardı ruhun. İnsan ruhu unutulmuştu; dev demir makinelerin dişlileri arasında ezilmeye terk edilerek.
Yol, arabanın altında ıslak bir yılan gibi kıvrılırken, içindeki hüzün ırmakları da coşmuştu.
Arabanın buğulanan camını eliyle silerek yamaçlardaki sonbahar şöleninin seyrine daldı.
Bu mevsimde insan; düşünceleri ile kararan gökler arasında sıkışır ve kendini hiç bahar görmeyen, soğuk güz gülleri gibi hisseder.
Tıpkı yollar, ağaçlar yamaçlar gibi duygular da sisli ve ıslaktır.
Onkoloji servisinde çalışırken, yokluk rüzgarlarının beyninde uğuldadığı bir gün, arkadaşının; Türkiye’den gelen bir aileyi birlikte ziyaret için ısrarcı olduğu o günü düşündü.
Gittikleri evde mutluluk tatlı bir esinti gibi geziniyordu.
İnsanların yürekleri bir başkaydı, çığlık çığlığa değildi ,zaman koşmuyordu.
O gün, Ebru Abla’nın okuduğu kitap nasıl da tam yarasına basmış, yüreğine dokunmuştu.
Duydukları onun için bir ilkti;
“Ey bu yerlerin Sahibi! Senin bahtına düştüm, seni arıyorum, beni bu ıssız çöllerde başı boş bırakma, bana yardım et”
Bu sözler, yüreğine tatlı bir kıvılcım gibi düşmüş”ışığın göründüğü ufka” doğru sessiz, yavaş ama derin bir yolculuk başlamıştı.
Tam da dipsiz bir uçuruma doğru yuvarlanırken tutmuşlardı elinden.
İçindeki bir ses “o sohbetlere devam et” demişti.
En çok da o sese engel olmadığına seviniyordu şimdi.
Ruhunda tatlı bir kıvılcım tutuşmaya başlamıştı ama o kıvılcım nasıl korlaşacak, nasıl harlanacak bilemiyordu.
Bağrına düştükleri toprağı bir yorgan gibi başına çekerek teşrinlerde güz yağmuru bekleyen gönenli tohumlar gibi hissediyordu kendini.
Kıvılcımın alevlere dönüşmesi, tohumun filizlenmesi nasıl bir duyguydu onu da bilmiyordu ama çok iyi bir şey olduğunu yeni arkadaşlarının, yani Uzak Doğu’nun, Önden Giden Atlılar’ının yüzlerinden fark ediyordu.
Aman Allah’ım ne güzel insanlardı.
Huzur doluydu yürekleri.
Yürüdükleri yolları aydınlatan Işık Süvarileri’ydi onlar.
Dünya güzeli eşinin yanı başında otururken, geçmişin acı tatlı anıları da işte böyle gelip içine oturuvermişti.
“Bırakma elimi emi, hiç bırakma, ben senden başka hiçbir şey istemiyorum elimi bırakma tamam mı?” diyerek biraz daha sokuldu eşine.
Bindikleri araba, “Düzce” yazan sapaktan sağa kıvrıldı. “Daha yolumuz var mı” dedi usulca kocasına.
“Yaklaştık biraz sonra köyümüzdeyiz,” dedi tatlı bir tebessümle.
Gri gökyüzünde tek sıra halinde yeni ülkelerine doğru uçan göçmen kuşları da olmasa, kışın kahrını çeken zavallı ağaçlardan başka ortalıkta hiçbir canlı görünmüyordu.
Heyecandan kalbi küt küt atıyordu.
Kocasının ailesi kendisini nasıl karşılayacaktı? Köy nasıl bir yerdi? İnsanları nasıldı?
Beyni, sorular harmanında savrulurken köylerine de gelmişlerdi.
Ev halkı kapıya koştular.
Damadın, anne-babası, kardeşleri, çekik gözlü Japon gelinlerini çok sevdiler. Gurbetten gelmiş kız evlatları gibi bastılar, bağırlarına
Akrabalar, köylüler toplandılar, hepsi sevgiyle kucakladılar.
Ramazan Ayı’nın ruhaniyatı fakir ve yoksul köyü kuşatmıştı.
Bütün yüzlerde bir huzur , bakışlarda bir derinlik vardı. Bu insanlar çok doğal, günlük bir halmiş gibi olağanüstü bir ruh içinde yaşıyorlardı.
Sanki zaman durmuş, insanın ve hayatın yatışmayan yapısı yatışmış, eşyada ruh nefes alıyordu.
Evin nur yüzlü ninesi, odanın bir köşesinde, Kur’an’ını okurken ki ruh dinginliği görülmeğe değerdi. Bu mütevazı insanlarda ki mutluluğun, uyumun sırrına ermeyi ne çok isterdi.
Derken,bir ses duyuldu.
Ruhlara işleyen, insanı esir alan bir ses…
Bu sesi ilk defa duyuyordu.
Nasıl da kanatlanıyordu göklere?
İçlerinde yaşadıkça gözünde, mana çizgilerinin maddi yoksulluklarını inanılmaz bir ustalıkla bastırıp dönüştürdüğü bu yoksul ve fakir köylüler nasıl da coşkuyla koşuyorlardı bu sese.
O ses, köylülerin o coşkun halleri, bir anda içindeki kıvılcımları korlaştırdı.
Gönlündeki gönenli tohumlar, güz yağmurlarıyla buluşmuş gibi kımıldamaya başladı birden.
Yüreğinin yamaçlarında; baharla birlikte coşan dağ pınarlarının insan ruhuna haz veren tatlı şırıltıları duyulurken bir yandan da kendi ülkesindeki insanların bu güzelliklerden mahrum olduğunu düşündü.
Yüreği daha o an ikiye bölünmüştü; ermek üzere olduğu bir sırrın mutluluğu ve bunu paylaşamayacağı korkusunun eziciliği…
Bu fakir insanlar, Allah’a doğru koşuyorlardı, bu koşuştaki öyle bir adanmışlık , öyle bir derinlik vardı ki insanı derinden sallıyor, sarsıyordu. O’nu anmaktan dolayı, insan kalbinin duyduğu o büyük hazzı uzaktan uzağa da olsa hissediyordu.
Evet, bütün dünya O’nun içindi, kuşlar O’na doğru uçuyor, ırmaklar O’na doğru akıyor, insan O’na doğru koşuyordu..
Yüreği aradığının bu olduğunu anlamıştı, ona kalan, varlığının en derinlerindeki bu esas gerçeğine teslim olmaktı.
Bir an için Annesi’nin;
“Kızım yaşın bir hayli ilerledi seni evlendirelim” dediği o günler geldi aklına.
İçinde, değil başkasına, kendine yetecek kadar bile mutluluk emaresi olmamasına rağmen ailesine, “hayır” diyemediği günler.
O ilk karşısına çıkan gence;
“Ben ileride Müslüman olarak yaşamak istersem bunu nasıl karşılarsın?” diye sorduğunda;
“Ben bir terörist kızla asla evlenmek istemem” demiş ve ilk kısmeti, kendisini nasıl da yüz üstü bırakıp gitmişti.
Köye ayak bastığı andan itibaren etrafında mutluluktan her an yükselen bir kale kuran bu sıcak ve samimi insanlar mı teröristti?
Önüne çıkan ilk kısmetine o soruyu sormamış olsaydı bu gün bu güzel insanlarla birlikte olamayacağını düşündü bir an.
Gece ilerleyip herkes odasına çekildiğinde; toprak evin mütevazi bir odasında eşiyle baş başa kalınca, gecenin en sükununda eşinin ne zamandan beri yüce bir sabırla beklediği o soruyu soruverdi;
“Bana dinini anlatır mısın?”