Tanya’nın günlüğü…
Soğuk bir Şubatın ilk günleri…
Bahar ve yaz aylarında erimiş bir ayna gibi akan Neva Nehri derin uykularda.
Rüzgar, kırık- derik bir beyaz mermer yatağı gibi donmuş Neva’nın orasında burasında birikmiş kar tozlarını süpürüyor.
Birden o sevimli, o güzel Tanya geliyor gözlerimin önüne.
Başının üzerindeki siyah kurdeleyi iki yana ayırdığı siyah saçlarında tutturmuş, üzerinde yuvarlak yakalı beyaz bir elbise, elinde küçük bir kutu ile yürüyor.
Kutunun içersinde 2. Dünya Savaşı’nda Almanyanın Petersburg Kuşatması yıllarında tuttuğu günlüğü de var.
Adımları ağır ve isteksiz.
Güzel gözleri gam dolu.
Bir bilinmeze doğru umutsuzca yürüyor…
***
Beyaz Geceler şehri Petersburg’tayız…
Beyaz geceler, şimal memleketlerinde, güneşin hemen hemen batmadığı, aynı zamanda mehtabın yeryüzüne nurlarını döktüğü gecelerdir.
Petersburg ruhu olan bir şehirdir.
Acı çeker, mutluluk duyar, rüya görür, musiki söyler.
Şubat’ın ilk günlerinde Diyalog Avrasya Platformunun Genel Sekreteri İsmail Tas Bey’le bu güzel şehirdeydik.
Üniversiteyi bitirir bitirmez ilk aşkının siyah gözlerine koşan bir genç gibi koştuğu bu şehir, onun için çok şey ifade ediyor.
Ömrünün en güzel, en alımlı günleri burada geçmiş.
Alnına dökülen siyah saçlarını bu şehrin sevdasına vermiş.
Buğulu gözlerinden süzülen ilk gurbet duygularını, Baltık Denizi’nin üstünde tüten süt mavisi buğunun arasından kızıl ufuklara gömülen güneşe gönderen ilk “Önden Giden Atlılar”dan o.
Atını “Beyaz Gecelere” süren yiğitlerden…
Bu şehre ilk geldiğinde, evini de gönlünü de kendisine açan Raisa Anayı ziyaretimizde; Raisa Ana’nın sevinci, uzun yıllar görmediği gurbetteki öz oğluna kavuşmuş gibi “oy İsmailim nasılsın? ” diyerek boynuna sarılışı, görülmeye değerdi.
Gün, geceye döküldüğünde; Neva Nehrini’nin kıyısındaki ahşap bir restorantta, Petresburg’lu dostlarla buluştuk.
Bu mevsimde Neva; beyaz gelinliğinin etekleri rüzgarda savrulurken, soğuktan öylece donmuş kalmış, boylu boyunca uzanıvermiş bir gelini andırıyor.
Uykusunda geçmişin acılarla örülü rüyalarını mı, yoksa ışıltılı bir geleceğin hülyalarını mı görüyor bilemiyorum.
Rüyasında, 2.Dünya savaşı yıllarında Alman Ordularının Petersburg önlerine kadar geldiği o korkunç günleri görüyor olmalı.
Sadece bir milyondan fazla sivilin açlıktan, soğuktan ve hastalıktan öldüğü günler…
O kuşatma günlerinde, Ladoga Göl’ünün buzlu iskelesinde istiflenen yardımları, şehirde mahsur kalan evlatlarına buzdan sırtıyla eriştirmek için bir “Hayat Yolu” olduğu günleri görüyor.
Tatlı uykusunda, askerlere moral vermek için ünlü Bestekar Şostakoviç’in bestelerini dinliyor gibi bir hali var.
Atları, at sahnelerini görüyor, rüyasında.
Dehşetin ve umudun simgesi olan atları.
Puşkin’in “Bronz Atlı”sı…
Ayzenştay’ın “Ekim” filmindeki beyaz at sahnesi…
Aniçkov Köprüsü’nde gem vurulan yabani atlar…
Ladoga Gölünde binlerce donmuş at kafası.
Aman Allah’ım! Ne korkunç, ne ürpertici sahneler…
Rüyasında kabuslar görüyor, bir an önce uyanmak istiyor, uyanamıyor.
İşte Alman Orduları…
Sonsuz vahşi Raikkola Ormanlarına kadar gelmişler, Rus birliklerini kuşatıyorlar.
Sovyet Topçusu kuşatmadan kurtulmak için araçları ve atları Ladoga Gölü’nden geçirip daha güvenli bir yere konuşlanmayı düşünüyor.
Bunun için salları bekliyorlar. Ama sallar bir türlü gelmek bilmiyor. Her bir dakika çok değerli. Çünkü soğuk gittikçe şiddetleniyor.
Ladoga Gölü her an donabilir.
Fin Birlikleri ormana her yandan sızıyor ve bastırıyor.
Derken, vahşice bir iş yapıp vahşi Raikkola Ormanını ateşe veriyorlar.
Ruslar, tam bir ateş çemberinde kalıyor.
Rus askerleri ve binerce at, alevlerden ve Finlerden oluşan ateş çemberini yararak çığlıklar içersinde kendilerini Ladoga Gölü’nün buz gibi sularına atıyorlar.
Değil insanlar, atlar bile korkudan titreyerek başlarını gölden dışarıya uzatmış
öylece bekleşiyorlar.
Ladoga Gölü üzerine karanlık çökmüş.
Bir anda göl donmaya başlıyor…
İtalyan yazar Malaparte o anı; “Gece olunca Murmansk denizinden doğru çığlıklar atan bir melek gibi bu taraflara inen ve toprağı bir anda öldüren kuzey rüzgarıyla, su üzerine vurulan bir camın çıkardığı bir sesle çatır çatır bir anda Ladoga dondu.” diye anlatır.
Gövdeleri suyun içersinde başları dışarıda, binlerce at ve insan buzlara sıkışmış kalmış öylece duruyor.
Manzara korkunç ve muhteşemdir.
Az ötede, Petersburg’taki sivillerin de içinde bulunduğu durum bundan farklı değildir.
Açlığın, hastalığın, soğuğun, korkunun korkunç kollarında sıkışıp kalmışlar.
Gökten bombalar yağıyor, şehir, her geçen gün eriyor, yorgun ve mecalsiz bir deve gibi çöküyor.
Açlıktan, evlerdeki köpekler, kediler; kafeslerde beslenen kuşlar; kanaryalar ve papağanlar kapışılıyor.
Açlıktan süzülmüş gözler farelere dikiliyor.
İnsanlar, etraflarındaki her şeyin yenilmesi mümkün olan kısımlarını söküp çıkarıyorlar.
Duvar kâğıdı, kitap ciltleri, kaynamış deri kemerlerdeki macunlar, her çeşit ilaç, petrol peltesi ve gliserine kadar.
Bazı günler, ölen insan sayısı 30 binleri buluyor.
İnsanlar perişan.
“Yollarda yürüyor, düşüyorlar, ayağa kalkıyor, sendeliyor, yine düşüyorlar.
Eczahaneler, kapı eşikleri, merdiven sahanlıkları, iskeleler, sokaklar ceset dolu
Kapıcılar sabahları adeta çöp toplar gibi insan cesedi topluyor.
Cenaze törenleri, tabutlar,mezarlar çoktan unutulmuş.
Evlerden, sokaklardan bir ölüm seli boşalıyor ve kimse de önüne geçemiyor.
Hastaneler, binlerce mavi, zayıf ve dehşet veren ceset yığınıyla tıka basa dolu.
İnsanlar, paçavralara sardıkları ya da basitçe örttükleri ölüleri kızaklarla sessizce sokaklara taşıyorlar.
Hepsi iskeletler gibi kurumaktalar.
Kızakları çekenlerde ölüden farksızlar.
Pek çoğu kendi akıbetine alışmak ister gibi taşıyor yakınlarının ölüsünü.”
Petersburg teslim olmadı. 900 gün boyunca direndi.
Almanların Doğu’ya inme hayalleri kursaklarında kalmıştı.
Herkes, yorgun, bitkin fakat mutluydu.
Neva’da yorgundu.
Şimdi uykuya dalmış o güzel gözlerinde, o korkunç kuşatma günlerinde, şehrin can damarı olmanın, evlatlarının yardımına koşmanın mutluluğu vardı.
Rüyasının son bölümünde küçük Tanya geliyorgözlerinin önüne.
O sevimli, o güzel Tanya…
Henüz daha 8-10 yaşlarında…
Tanya’nın babası erken yaşta kanserden ölmüş, annesi, dikiş dikerek geçimlerini sağlamaya çalışıyor.
Küçük Tanya da annesine yardım ediyor.
Kuşatma yıllarında bütün yakınlarını bir bir kaybeden Tanya, her kaybettiği yakınını o minik elleriyle, o üşüyen elleriyle günlüğüne kaydediyor.
“1941- Jenya, gece saat 12.30’da öldü.
1942- Ninem, 25 Ocak sabah saat 3’te öldü.
1942- Leka, 17 Mart sabah saat 5’te öldü.
1942- Leşa Amca, 10 Mart gündüz saat 2’de öldü.
1942 -Annem , 13 Mayıs sabah saat 7.30’ta öldü.
Herkes öldü. Sadece Tanya kaldı.”
Evde Tanya’dan başka kimse kalmaz, yanına içinde günlüğünün bulunduğu küçük bir kutu alır ve evden ayrılır.
Şimdi bir bilinmeze doğru yürümektedir…
Bir başına…
Tanya artık kimsesizdir.
Yapayalnızdır.
1944 yılının bir Haziran günü, kaldığı kimsesizler yurdunda açlıktan bayılır ve hastaneye kaldırılır.
Ve bir hastane odasında dünyaya gözlerini yumar.
Bir hastane odasında…
Açlıktan…