Sürgün ateşinde ısıtılan selam
Dağların ruhu bizi çağırıyordu.
Günün ilk ışıklarıyla birlikte çıkıyoruz yola.
Kırgız bozkırlarındaki sonbahar şöleninde bir hayli yol aldıktan sonra, gökyüzüne bir merdiven gibi yükselen Tanrı Dağları’nın doruklarına tırmanmaya başlıyoruz.
Talas’taki, ‘Avrasya’nın Barış Mimarları’ toplantısına katılmak için bu dağları aşmaktan başka yol yok.
Babaları, bir gece vakti evlerinden zorla götürüldükten tam kırk yıl sonra ilk haberi Talas’taki bir hastane odasında alan Cengiz Aytmatov’un kız kardeşi Rosa Aytmatov’un bizi bekliyor olması, yolculuğumuzu anlamlı olduğu kadar heyecanlı da kılıyor.
Dağın zirvesine vardığımızda bir tırın kayarak yolu kapattığını görüyoruz.
Uçurumun kıyısında tek araba geçebilecek kadar daracık bir buzlu yoldan güçlükle geçerken korkunç uçurumlara bakmaya cesaret bile edemiyoruz.
Bin bir zorlıkla doruğa vardığımızda bir de ne görelim; beyaza bürünmüş dağın böğründe çöreklenmiş korkunç bir ejderhayı andıran karanlık bir tünel bizi bekliyor.
Havası iyice inmiş olan tekerimizi değiştirmeden, kilometrelerce uzunluğundaki bu daracık tünele giremezdik.
Arabadan iner inmez, soğuk bir kırbaç gibi iniyor suratımıza.
Aman Allah’ım! Daha bu mevsimde dağın zirvesi toz duman içinde.
Mazlum milletlerin anıtı gibi duran dağlarda, mazlum milletlerin yürek çığlığı gibi ağıtlaşıyor rüzgar. 2700 metrelik karanlık tüneli geçtiğimizde; sanki gökyüzüne kurulmuş büyük bir masa gibi Susamuru Yaylası çıkıveriyor karşımıza.
Yaylada yayılan sürüler, koşturan yılkılar, yol kıyılarındaki tek tük evler,çadırlar, derme çatma tezgahlarda kımız satan kadınlar, yaylayı ikiye bölerek, erimiş bir ayna gibi güneş ışıkları altında akıp giden Talas Irmağı… Gökyüzünün bu bölgesinde muhteşem bir manzara oluşturuyorlar.
Güneşe en yakın bölgede yaptığımız kısa bir yayla yolculuğundan sonrası, Otmok Geçidi’ini aşınca, soyumuzun sonsuz ışık İslam’la tanıştığı, kutsal Manas Destanı’nın doğduğu Talas toprakları gözlerimizin önüne seriliveriyor.
Dingin bir doğanın doruklarından, yeşilin ve sarının her rengine bürünmüş vadi muhteşem görünüyor.
Tanrı Dağları’nda gün batımı…
Kızıl bir beyazlık sonsuz bir senfoni gibi yayılıyor.
Güneşin son sarı-kızıl ışıklarının, milyonlarca minik kar kristallerindeki ışık oyunları göz kamaştırıcı.
Kızıl atıyla koşarcasına güneş,Tanrı Dağları’nın ardında kayboluyor ve biz daha ovaya inmeden hava birden kararıyor.
Anadolu köylerindeki varlıklı ailelerin evleri gibi geniş ve görkemli bir Kırgız evine varıyoruz.
Güler yüzlü ev sahipleri geniş avluya açılan kapıda karşılıyor bizi.
Kırgız motiflerinin eşsiz güzelliklerinin sergilendiği salona girdiğimizde; Kaşgarlı Mahmut Üniversitesi rektörü değerli kardeşim Asan Ormuşev’i, Kültür Bakanı Sadık Şerniyaz’i ve Rosa Aytmato’u, zengin bir Kırgız sofrasının etrafında bizi bekliyor buluyoruz.
Yemeğin sonuna doğru, masanın baş tarafında hüzünden bir heykel gibi kımıltısız duran Rosa Aytmatov’a, kırk yıl sonra babanızdan ilk haberi bu şehirde ilkin siz almışsınız, diyorum.
Başını hafifce eğerek; ‘evet’ diyor.
“Babamı, 1937’de askerler evimizden alıp götürdüklerinde ben altı-yedi aylıkmışım.
Üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmesine rağmen babamdan hiçbir haber alamıyorduk. Çalmadığımız kapı kalmamıştı. Babamla ilgili küçük bir haber kırıntısına çok muhtaçtık. Şimal kutbu geceleri gibi hiç güneş yüzü görmüyordu evimiz. En çok da annemin durumu üzüyordu bizi. Bir ömür boyu babamı bekleyişi, ‘ha bu gün ha yarın gelir’ deyişi… ”
Susuyor, gözleri buğulanıyor…
“Başta annem olmak üzere özlem, her an alevi artan bir ateş gibi yakıyordu hepimizi. Sadece babasızlık değil, bilgisizlikte kahrediyordu.
Neredeydi, sağ mıydı, ölü müydü..?
1975 yılıydı…
Buraya akrabalarımın yanına gelmiştim. Kasida adında bir kadının beni aradığını söylediler.
Buluştuğumuzda;”ağabeyim yıllardır sizi arıyor, üzerinde babanızdan bir emanet varmış. ” dedi.
Babamın adını duyunca tüm vücudum titremeye başladı, heyecanla;
“Ağabeyiniz şu an nerede?” Dedim.
“Talas Tüberkulöz hastanesinde” dedi.
Kanadı kırık esir kuşlar gibi bir anda tükettik yolları.
İki yataklı bir hastane odası… Sürekli öksüren yaşlı bir adam…
Göz göze geldiğimizde;
“Gözlerin tıpkı babanın gözleri…” dedi.
“Adım Tenirberdi, babanla hücre arkadaşıydık.
“Beni, akla hayale gelmedik şeylerle suçladılar, sustum.
Dipçikle yüzüme öyle vurdular ki oracıkta kendimi kaybettim. Bilmem ki, orda kaç dişim dökülmüştür.
“Soğuk beton üzerinde kendime gelip, gözlerimi açtığımda koğuşta olduğumu fark ettim. Etrafa baktığımda dayaktan yüzü-gözü şiş insanları fark ettim. Hepsinin yüzünde; ezilmişliği gördüm. Bir birleri ile konuşmaya korkuyorlardı.
Konuşmakta zorlanıyor, öksürükler sık sık kesiyordu konuşmasını.
‘Nur yüzlü, uzun boylu biri yüzümdeki kanları siliyordu. Gözlerimin içine şefkatle baktı. ‘Ben Törekul Aytmatov’ dedi.
Köşede bir tek demir ranza duruyordu. Yumuşak sesiyle bana: ‘Gel kardeşim benim yerime yat’ diyerek kolumdan tuttu ve yatağa yatırdı. Nöbetleşe yatılan tek yatakta, o gün sıra babanınmış.
Bilgili, medeniyetli ve temiz birisiydi. Koğuştakiler mecburi olarak ona saygı gösteriyorlardı. Yastık kılıfından kendine küçük bir torbacık dikmiş. Onun dışına Çıngız, İlgiz diye çocuklarının ve altına da Talas ismini özenle nakş etmiş. Tarağını, diş fırçasını, diş macununu temiz bez parçasına sararak o torbada saklardı.
Bir keresinde bana; ‘buradan çıkarsan benim ailemi bul, bir ömür boyu beni aramasınlar, burada bir daha görüşemezsek ötede görüşürüz, hoşça kal kardeşim! ‘ dedi.
Bu onunla son görüşmemizdi.
Bir kaç dakika sonra polisler gelip babanı, iki gün sonra da eşyalarını götürdüler, belli ki babanı öldürmüşlerdi.
Sonraki günlerde beni de Sibirya’ya sürdüler, yirmi beş yıl kaldım, size haber veremedim.”
Gurbette; hasretin ateşiyle ısıttım durdum o emanet selamı.
Baban Törekul’un torbasını, yıllarca sakladım.
Bir gün, üzerindeki isimlerden dolayı korktum ve bir ırmağa attım.
Bu yaptığımdan dolayı Allah’ın ve Törekul’un ruhunun beni af etmeyeceğine inanıyorum.
Bunu öylesine söylemiyorum.
Torbayı ırmağa attığım gecenin sabahında at nallarken, birden sertçe bir çifteyle yere serildim.
Nefesim kesildi.
Kaburga kemiklerim kırıldı. Akciğerimin yarısı ezildi. Böylece bir anda sakat bir insan oluverdim. O gün bu gün hastane hastane dolaşıyorum.
Bütün bu başıma gelenlerin Törekul’un torbasını ırmağa attığımdan olduğunu düşünüyorum.
Öksürükler, sık sık konuşmasını kesiyordu.
“Ve bir gün…
Şu yanımdaki yatakta bir genç yatıyordu.
Durmadan kitap okuyordu.
Merak ederek istedim.
“Toprak Ana”
Kapağını açtım: ‘Baba, ben senin nereye defnedildiğini bilmiyorum. Bu eserimi sana atfediyorum… Törökul Aytmatov’a. Anneciğim bizim dördümüzü büyüttün. Sana bağışlıyorum; Nagima Aytmatov’a’
Kapaktaki resme baktım. Cengiz’in yüzündeki derinlik, cesaret; tıpkı babası Törökul’du.
Elimde olmaksızın; ‘Bu, Törökul’un oğluymuş ya! Canım kardeşim!’ diye bağırıverdim.
Kitabı kucağıma basarak gözyaşlarımı saatlerce üzerine akıttım.
O gün bu gündür bende ne uyku ne de rahat kaldı. Ötede Törekul bana;
‘Tenirberdi! Neden verdiğin sözü yerine getirmedin? Onlar beni hayatı boyunca aramasınlar dememiş miydim?’ derse, ne diyecektim.
Kurban olayım yavrum! Beni bütün Törekul ailesi adına affet”
Ben adama sarılarak sarsıla sarsıla ağlamaya başladım, yatakta yatan adamdan daha kötü hissediyordum kendimi.
Birden fenalaşmışım.
Annem o selamı hiç duymadı, o selamdan dört yıl önce kavuşmuştu babama”
Hiç birimizde konuşacak mecal kalmamıştı. Eller isteksiz isteksiz uzanıyordu sofradaki tabaklara.
Kor kesilmiş sobaya eli değmiş bir çocuk gibi çırpınıyordu yüreğimiz.
Gece bir hayli ilerlemişti. Müsaade isteyip ayrıldık.
Dışarıda, aydınlık berrak bir gece vardı.
Gecenin bağrında nura gark olmuş, bir ulu bir derviş gibi öylece duruyordu Tanrı Dağları.
Dağların ruhu bizi çağırıyordu.