Söz artık gençlerin
Odesa’da gün battı, batıyor. Soylu bir bahar akşamı… Yeryüzü, en tenha, en kuytu yerlerde bile doğum sancıları çekiyor. Sovyetler dönemine kadar, yüzlerce yıl Rusya ve Orta Asya’dan hacca gidecek Müslümanların uğrak yeri olan bu soylu şehrin, elini gözlerine siper ederek uzaklardan gelecek evlatlarını gözleyen hasretten bağrı yanık bir ana gibi ufka bakan yüzüyle hala yolcularını bekler gibi bir hali var.
Sadova Meydanı’ndaki görkemli kilisenin çanı ardı ardına yedi kez vuruyor. “Saat yedi” diyor yanımızdakilerden biri. Meydandaki turistik eşya satıcıları birer ikişer toparlanıyor. Çoğu yaşlı kadınlardan oluşan bu satıcılar, mini tezgahlardaki eşyaları akşamın soğuğunda üşüyen elleriyle birer ikişer yerlerine yerleştirirken , son bir umut ışığının yanıp söndüğü gözleriyle de, evin yolunu tutmadan önce bir şeyler daha satabilir miyiz düşüncesiyle bizleri kesiyorlar. Yanımdakilere; “Satıcıların çoğu yaşlı kadınlar” diyorum.
Orada yaşayan birisi, milyonlarca yaşlının evlerinde bir başına yaşadıklarını söylüyor. Çoklarının yalnızlığı evlatlarının olmayışından değil. Anne-babası sağken öksüz yetişen nesiller, yaşlandıklarında yalnız ve yetim bırakıyorlarmış anne-babalarını. Akşamın melali Sadova Meydanı’na ve şehrin sokaklarına çökerken, benim yüreğime de o yalnız insanların hüznü çöküyor. Bu insanlar akşam evlerine gidecekler. Birkaç kapıyı açıp kapayarak, yapayalnız bir eve girecekler, elektrik düğmesini kendileri açacaklar. Otura- kalka kendilerine bir kaşık yemek yapacaklar, sonra da bir başına öylece oturacaklar. Yalnızlık bir anıt gibi yükselecek gölgelerin oynaştığı ıssız odaların içinde. Bunlar dışarı çıkabilenler, üç-beş kuruş da olsa kazanabilenler. Ya bir de takatı buna da yetmeyenler… Ağrılar ve sancılar içinde evinde kıvrananlar… Günler sonra evinden taşan kokudan öldüğü anlaşılan insanlar…
Ne yazık ki dünyada pek çok ülkeler böyle.
İnsanlık olarak o kadar çok sosyal problemimiz var ki. Biz de, Asya gençliğinin bu sosyal problemlere bakışını öğrenmek üzere burada bulunuyoruz. Diyalog Avrasya Gençlik Formu ve Güney Ukrayna Pedegoji Üniversitesi’nin birlikte organize ettikleri konferansın konusu da bu. Gün boyunca süren konferansın açılışında Rusya Şarkıyat Enstitüsü eski müdürü Prf. Ribakov; “Genclere ihtiyacımız var. Arnavutluk’tan geliyorum orada da Türk okulları var, bunlar bana umut veriyor” diye başladı sözlerine. Şevçenko Üniversitesi profesörü Sergeyçuk; “Ukrayna tarihine bakarsak savaşları ateşleyen hep gençler olmuşlardır” dedi. Diyalog Avrasya’yı bir “sevgi gezegeni” olarak tanımladı. Avrasya gençlerinin bu gezegende yerlerini almalarını istedi. O gün, gündüz akşama kadar yaklaşık on beş ülkeden gelen elli kadar Asyalı gencin konuşmalarını dinledik. Hiçbir ilmi konferansı bu güne değin sonuna kadar dinlediğimi hatırlamıyorum. Ama Asya gençlerinin konuşmaları, hala savaşların, acıların ve devrimlerin yorgunluğunun kabusunu yaşamakta olan Asya’nın geleceği için bana umut verdi.
İnsanlığın merkezi ve ana çekirdeği olan Asya’nın asla tükenmemesi gerektiğine inandım. Asya gençlerinin, sahip oldukları yeni fikir ve ortaya koydukları vizyondan öyle anlaşılıyor ki Asya geçmişteki aydınlık günlerine geri dönüyor. Yeni bir Asya neslinin hedefinde bütün bir insanlık var. Öyle anlaşılıyor ki, Batının da ruhunu özgürlüğe kavuşturacak olan nesil, Asya neslidir. İçimde bir değil, binlerce kıvılcım birden parladı. Bir kere daha anladım ki, ışık yine doğudan doğacak ve Asya, gönlünü sevgiye adamış gençlerin omuzlarında dirilecek.
Asya! Bir dönem hem dini ilimlere hem de fen ilimlerine beşiklik eden Asya! Harizmilerin, İbni Sinaların, Endülüste tam bin sene tıbbın cerrahî dalına dair kitapları okutulan Zehraviler’in, bağrından dünaya ışık saçtıkları Asya! Buhari, Tirmizi, Yesevi gibi hiç sönmeyen yıldızların Asya’sı… Dün kadim bir medeniyete beşiklik eden bu toprakların evlatları yirirdikleri cenneti arıyor. Duygu, düşünce anlayış felsefe ve mantıkla bizimle beraber aynı değerleri paylaşan insanlarla, yolların bizi getirdiği bu son kader denk noktasında buluşuyor, konuşuyor, kucaklaşıyoruz. Buna mecburuz. Niçin mi? Hızla gelişen teknoloji, önceden bir birlerine çok uzak ve yabancı olan toplumları birbirine yaklaştırıyor, milletler arasında her geçen gün yeni köprüler inşa ediyor da onun için.
Önceki nesillerin hayal bile edemediği kadar iç içe geçmiş bir kürede yaşıyoruz. Bu ortamda eskiden aralarında düşmanlıklar bulunan milletler dahi birbirlerine yaklaşıyor, hatta Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi bütünleşiyorlar. Siyaset bilimciler artık ülkelerin giderek “karşılıklı bağımlı” hale geldiğini belirtiyor. Bu kadar iç içe geçen dünyada barış, istikrar ve refah sağlamak ise, artık sadece devletlerin değil aynı zamanda toplumlara ve bireylere de düşen bir görevdir. İşte bunun için mecburuz.
Özellikle farklı milletler arasında dostluk köprüleri kurmanın, karşılıklı anlayış ve saygıyı geliştirmenin, artık devlet adamları kadar sivil toplum gönüllülerinin de üzerine yüklenen bir sorumluluk olduğunu düşünüyoruz. Ne yazık ki dünyamız geçtiğimiz yüzyılda pek çok savaşlara ve çatışmalara sahne oldu.
Ancak ben inanıyorum ki eğer bu acı olaylara liderlik edenler devlet adamları henüz genç oldukları yaşlarda birbirlerini tanıma, bir masanın etrafında oturup sohbet etme, birbirinin kültürel değerlerini paylaşma imkanı bulsalardı, her şey çok daha farklı olurdu. İşte bunun için mecburuz.
Türkiye ile önemli kültürel ve tarihsel bağları olan Asya ülkeleri, bizler için çok kıymetli ülkelerdir. Bu ülkeler ile Türkiye arasındaki tarihsel ve kültürel köprü, ne yazık ki 20. Yüzyılın siyasi şartları nedeniyle uzunca bir süre tıkanmış idi. Ancak 90’lı yılların başından itibaren duvarlar yıkıldı, sınırlar açıldı ve bizler de Avrasya’nın ruhuna, geçmişine ve geleceğine inanan insanlar olarak diyalog köprülerini yeniden kurmak için kolları sıvadık. Son Odesa toplantısında gençlerin ortaya koydukları vizyon gösterdi ki, artık söz gençlerin.
***
En tenha, en kuytu yerlerde bile doğum sancılarına duran yer yüzüne Kutlu Doğum’un sonsuz aydınlığının vurduğu bu güzel bahar akşamında Kara Deniz’in karşı kıyısındaki Odesa’dayız. Bir dönem, o en yakıcı mavi gözlerinde özgürlük alevleri tutuşan soylu şehirde gün battı, batıyor.
Meydandaki turistik eşya satıcıları birer ikişer toparlanıyor.Bulutlar gökte kendini zor tutuyor. “Odesa… Güzel gözleri melal dolu şehir, ne olur! Biz burada iken bırakma göz yaşlarını, dayanamayız” diyoruz. İstanbul’a indiğimizde Odesa’dan arayan arkadaşlar; “sizden sonra çok ağladı Odesa” diyorlar. Aradan neredeyse bir hafta geçti. Duydum ki bu soylu şehir, biraz yorgun biraz hüzünlü, biraz sevinçli bir Mehlika Sultan gibi, Kara Deniz’in kıyısına oturmuş, başını ellerinin arasına almış, hala öylece kendinden ayrılan o gençlere ağlıyormuş, nbul’a indiğimizde Odesa’dan arayan arkadaşlar; “sizden sonra çok ağladı Odesa” diyorlar. Aradan neredeyse bir hafta geçti. Duydum ki bu soylu şehir, biraz yorgun biraz hüzünlü, biraz sevinçli bir Mehlika Sultan gibi, Kara Deniz’in kıyısına oturmuş, başını ellerinin arasına almış, hala öylece kendinden ayrılan o gençlere ağlıyormuş,