Söyle bana ne hediye getirdin?
Mahşeri kalabalığın arasından bir adam görünür.
Üzerinde beyaz elbiseleri vardır.
Beli iki büklümdür.
Gözleri, karanlık bir ormanın derinliğinde parlayan iki ışık gibidir.
Kalabalık, onu görünce, aniden fırtınaya tutulmuş bir deniz gibi ırlanır.
Hüzünlü bir kuğu yalnızlığıyla süzülür kürsüye doğru…
Kürsüdeki adam, Dr. İkbal’dir…
***
Geçen Cumartesi, bütün dünya bir doktorun çaresizliğine ağladı.
Gazze’li doktor İzzeddin’e…
O, çok sevilen, gece gündüz demeden yaralıların imdadına koşan fedakâr doktora…
Channel 10 televizyonu her gün kendisine bağlanarak Gazze’dek ki durum hakkında bilgi alıyordu.
Ancak, 17 Ocak öğle saatlerinde kanal onu aradığında cep telefonunu ağlayarak açtı. Telefonda, “Allah’ım! Ya Rabbim!” diyerek feryat ediyordu.
Gazze’nin Cebeliye bölgesindeki evi İsrail tankları tarafından vurulmuş ve 3 kızı şehit olmuştu.
Saldırı sırasında evde 18 akrabası vardı.
Akrabaları, güvenlidir, diyerek Dr. İzzeddin’in evine sığınmışlardı.
Şehit olan kızlardan Bisan gelinlik çağındaydı.
22 yaşındaydı…
Ortanca kızı Mayer, on beş…
Küçük kızı Aya ve yeğeni Nur henüz on dördündeydiler.
Kim bilir ne hayalleri vardı.
Beton blokların altında, yerle bir olmuştu bütün hayalleri.
Saldırıda iki kızı da ağır yaralanmıştı.
“Çocuklarımın neden öldürüldüğünü bilmek istiyorum!
Bu, ölene kadar Olmert’in aklından çıkmamalı. Evde olduklarını herkes biliyordu.
Bundan sonra Ehud Olmert veya Tzipi Livni bizimle nasıl konuşacak. Bir ateşkes umudu vardı, çocuklarımla konuşuyordum. Birdenbire bizi bombaladılar. ” diyerek ağlıyor, kendini yerlere atıyordu.
Hastalara koşan ayakları kırılmış, şefkatli kolları koparılmıştı.
Dört ayağı birden kesilmiş bir küheylan gibi yıkılmıştı yere. Hastahanenin orta yerine kendisini atmış, baygın duruyordu.
Bütün bir Gazze’nin acılarını, maruz kaldığı tahribatı Dr. İzzeddin’in yüzünde okumak mümkündü.
Yüzü Gazze’nin kara kitabı gibiydi.
Acıların çölleştirdiği yüreği, hüzün sağanaklarındaydı.
Sırılsıklamdı.
Ceylan salıntısı kızlarını kaybetmişti..
Yaralılara bakacak takatı kalmamıştı.
Ağır yaralıydı…
Eşini kanserden kaybetmişti.
Dr İzzeddin’in feryatları karşısında çaresiz spiker,
“Artık devam edemeyeceğim” demişti.
Bir İsrail televizyonu olan Channel 10’un spikeri bile bu drama dayanamamıştı.
Çaresiz doktorun yıkılışını görünce, millet olarak, yıkılan, yok olan Gazze için neler yapmamız gerektiğini bir kere daha düşünmeye başladım.
Geçen hafta Azerbaycan’daydım.
Kafkas Üniversitesi’nin girişinde, duvarda asılı bir belgeye mıhlandı gözlerim:
“…Bütün kalplerin sızladığı, kan ağladığı, çetin bir zamanda Azerbaycan’ın fedakâr evlatları, 23 Mart 1920 tarihinde baharın gelişi vesilesiyle Anadolu Günü”ne hasr olmuş hususi yardım kampanyaları teşkil etmişlerdir. Miktar bakımından çok olmasa da “Anadolu Günü” yardım kampanyasında Bolşeviklerin işgaline maruz kalmış Azerbaycan’dan, Anadolu’daki kardaşlarımıza yardım maksadıyla 3 milyon ruble toplanmıştır. Bunu kabul ederseniz vicdan borcumuzu ödeme imkanı vermiş olursunuz. Size Allah’tan yardım ve merhamet dileriz.
Bakü Şehri.10 Aralık 1920″
Aman Allah’ım! Kendisi işgal altındaki can Azerbaycan’ımızın bizim imdadımıza koştuğunun belgesiydi bu.
Gözlerim doluyor.
Milli acılarımızın depreştiği yıllardır…
Bütün bir Alem-i İslam’da özgürce dalgalanan tek bir bayrak kalmıştır.
O da sadece Küçük Asya’daki İç Anadolu’dadır.
Düşman, Polatlı’ya kadar gelmiştir.
İç Anadolu dışında her yer karanlığa gömülüdür.
Zor yıllar…
Her yerden, her bölgeden çığlıkların yükseldiği yıllar.
Her cepheden mağlubiyet haberlerinin geldiği yıllar.
Necip millet en acı günlerden geçmektedir.
Cephelerde askerlerin yaralarını saracak sargı bezi bile yoktur.
Kışın dondurucu soğuğunda yazlık elbiselerle savaşmaktadırlar.
Onun için değil midir, Sarıkamış’ta 90 bin askerimiz tek kurşun atmadan karları kefen diye üzerlerine çekivermişlerdir.
Rus komutan; “Türk askerlerini esir alamadım, biz onları almadan önce Rab’leri onları yanına almış.” demiştir.
Kızıl ufuklarda siyah güvercinlerin guruba doğru uçtukları günler.
93 harbi, Balkanlar, 1. Cihan Harbi, İstiklal Şavaşı derken; babalar, sokakta oyun oynarken bıraktıkları çocuklarıyla cephede karşılaşırlar.
Tarlalar boştur.
Ekin eken kollar kopmuştur.
Birkaç kabile ve aşiretin dışında hemen bütün İslam ülkeleri özgürce dalgalanan İç Anadolu’daki bayrağın inmemesi için, kendileri muhtaç oldukları halde, ellerinde avuçlarında ne varsa Anadolu’ya gönderiyorlardı.
İşte bu ülkelerden biri de Hint Müslümanlarıydı.
Kendileri, İngiliz işgali altında inlemelerine rağmen her tarafta yardım mitingleri düzenleyerek Anadolu’ya yardım yağdırdılar.
Hem de yıllarca.
Bu mitinglerden birisi de Lahor’da yapılır.
Lahor Meydanında, mahşeri bir kalabalık toplanır.
Hani, derler ya iğne atsan yere düşmez.
Öyle bir kalabalık…
Hatipler, ateşli konuşmalar yapar.
Güzel konuşurlar.
Kalabalık coşar.
Bir anda, mahşeri kalabalığın arasında bir adam görünür.
Üzerinde, beyaz elbiseleri vardır.
Beli iki büklümdür.
Gözleri, karanlık bir ormanın derinliğinde parlayan iki ışık gibidir.
Kalabalık, onu görünce, aniden fırtınaya tutulmuş bir deniz gibi ırlanır.
Hüzünlü bir kuğu yalnızlığıyla süzülür kürsüye doğru…
Kürsüdeki adam, Dr. İkbal’dir…
Ağır ağır, tane tane konuşur:
“Cemaat; şu dakikada ben kendimi Rasulullah'(a.s)ın karşısında görüyorum.
Bana diyor ki:
Ey Hicaz bahçesinin bülbülü!
Güller, senin sözlerinin ateşiyle ısındı
Senin gönlün aşk şarabıyla coşkundur
Aşağılardan, yeryüzünden
Göklere doğru uçtuğun zaman
Melekler sana yüceliğin sırrını verdiler, cihan bahçesinden çıkıp
Bana güzel bir koku gibi yaklaştın
Söyle, bana ne armağan getirdin?’
Ben diyorum ki;
‘Efendim dünyada huzur ve rahat kalmadı
Gönlün arzu ettiği hayat ele geçmiyor
Varlık bahçelerinde binlerce gül, binlerce lale var ama vefasızdır onlar
terk ederler bizi
Renkleri de kokuları da.
Efendim!
Bunların yerine
Bir şey getirdim size
Cennette bile eşi benzeri olmayan bir şey,
Bir şişe kan.
Bu senin ümmetinin namusudur, şerefidir, vicdanıdır.
Bu, Trablusgarb’da
Çanakkale’de şehid olan askerlerinin kanıdır.”
Bu hitap üzerine, kalabalıktakiler, neleri varsa verirler. Sırtlarından ceketlerini çıkaranlar bile olur.
Hint müslümanlarının, Trablusgarb Savaşı’ndan başlayarak, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’na kadar, Anadolu’ya yaptıkları yardımı ateşleyen, iki ülke arasındaki yakın dostluğu ölümsüzleştiren olay, İkbal’in bu sözleridir.
Fethullah Gülen Hocaefendi de bir konuşmasında bu olayı anlattıktan sonra; eğer öyle bir huzura ben çağrılsaydım ve bana ne hediye getirdin diye sorulsaydı şöyle derdim;
“Ya Rasulullah (s.a.v)asırlar var ki sana takdim edeceğimiz bir hediyemiz yoktur. Benim gibi gedalar senin gibi bir Sultan’a ne hediye verebilirler ama ben sana geceleri günahlarına ve alem-i İslam’ın derdine ağlayan insanların göz yaşlarını getirdim” demiştir.
Şehit Kanı ve gözyaşı…
İşte iki sultanın, Sultanlar Sultanı’na(a.s) takdim ettiği Cennet’in kevserlerine değişmeyecekleri iki billur hediye.
Ben kim , çağrılmak kim ama asıl ben, takdim edecek hiç bir şeyimin olmadığına yanıyorum.