HARUN TOKAK

Sana bir emanetim var oğul…

Sana bir emanetim var oğul…
Gece…

Her taraf zifiri karanlık…

Karanlıklar dalga dalga geliyor üzerime.

Koşmak istiyorum, koşamıyorum. Hani kabuslarda olur ya…

Peşimizi takip eden vahşi suratlı insanlardan kaçmak isteriz de bir türlü koşamayız. Yeni yürümeye başlayan bücür ve sıska çocuklar gibi adımlarımız geri geri gider ya…

İşte öylece kalakalıyorum

Rüya, kesin rüya bu, diyorum…

Asla gerçek olamaz.

Gördüğüm bu dehşet manzaraları ancak rüyalarda görülebilir.

İnsanoğlunun bu kadar vahşi olabileceğini kabul etmek istemiyorum.

Derin uykularda olduğuma göre, gördüklerim de kesin rüya olmalıydı.

Alevler, karanlığı delerek göklere yükselerek devriliyor.

Gökten, karanlıkları aydınlatan havai fişekler gibi salkım salkım bombalar yağıyor.

Gökdelenler yerle bir oluyor.

Her yan toz-duman.

Çocuklar birbirinin elinden tutmuş kaçışıyor, yaşlı insanlar bastonlarına dayanarak yürümeye çalışıyor.

Korku dalga dalga insanların üzerine geliyor.

Çocukların çığlıkları, kadınların feryatlarına karışarak yırtıyor gecenin bağrını.

Hayra yorulamayacak düşlerin tam ortasındayım.

Yıkık binaların duvarlarında, viranelerin yasçısı baykuşlar ötüyor.

Yarasalar uçuşuyor…

Şehir karanlığa gömülü.

Evlerin pencereleri âma gibi bakıyor sokaklara.

Sokak lambaları sönük, sular akmıyor.

Hastaneler yaralı dolu, kolları bacakları kopmuş insanların bile kimse yüzüne bakmıyor.

Hastanede elektrik yok, su yok, ilaç yok.

Doktorlar yorgun,

doktorlar uykusuz,

doktorlar umutsuz.

Bir yaralıdan diğerine koşuyorlar.

Küçücük kızlar birden büyümüş, kucaklarındaki kardeşlerine annelik ediyorlar.

Annelerse ya ölmüş ya da yaralı.

Kızılay’ın, Birleşmiş Milletlerin bile binalarına bombalar yağıyor, basın mensupları dahi öldürülüyor.

Bu şehirde en çok görülen şey ölüm. “Ölüler evi”ni andırıyor koca şehir.

Ölüm kokuyor sokaklar.

İnsanların en çok karşılaştıkları şey, ölüm.

Bu şehirde her şey durgun, her şey yorgun, her şey bitkin.

Bu şehirde en canlı şey ölüm.

Her evin önünde, ölüm sabırsız bir at gibi kişniyor, sokaklarda binlerce ecel atı koşuyor, kişneme sesleri birbirine karışıyor.

Sırtlarına aldıkları beyaz elbiseli süvarileriyle kayboluyor gecenin karanlıklarında.

Mezarlıklar dolu.

Herkes birbirinin üzerine gömülüyor.

Gecenin karanlığında binlerce bebek beliriyor gözümün önünde.

Yalnızlar, yapayalnızlar…

Her birinin minik ağızlarında emzik, acılarını, yalnızlıklarını emiyorlar.

Bir bomba düşüyor üzerlerine, toz duman oluyor ortalık.

Az önce emzik emen dudaklara kan doluyor.

Toza beleniyor, kana beleniyor emzikler.

İnsanlar, durmadan sağa sola kaçışıyorlar.

Mezbahada kıstırılmış kurbanlıklar gibi bağrışıyorlar.

………………

Kan ve şiddetin canlandırdığı anıların perdesine İlhan Bardakçı yansıyor.

Yüzü parlıyor gecenin karanlığında.

Gözleri gam dolu.

Yetmiş’li yıllar olmalı…

Ziyadesiyle zinde ve heyecanlı adımlarla yürüyor.

Yanında birisi daha var ama tanımıyorum.

Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan yürümeye çalışıyorlar.

Mir’ac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize doğru…

Kudüs’e doğru…

Hz Ömer’in, Salahaddin’in, Yavuz Selim’in Kudüsü’ne doğru.

“On iki bin şamdanlı avlu” dan geçiyorlar.

Yavuz Sultan Selim’in yatsı namazı kılarken on iki bin şamdan yaktırdığı avlu.

Yatsı namazını o şamdanların oynaşan ışıklarında kıldığı avlu.

O mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avlusunda tunçtan heykel gibi duran bir adamla karşılaşıyorlar.

İki metreye yakın boy.

İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi.

Palto?.. Hayır. Kaput, pardesü veya kaftan? Değil.

Öyle bir şey işte.

Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil.

Oraya dimdik, dikilmiş.

Yüzü, hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi.

Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

Yanına yaklaşarak “Selâmünaleyküm baba” dediler.

Adam, torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi, jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini aralıyor.

Yüzü geriliyor.

Bizim o canım Anadolu Türkçemizle;

“Aleykümüsselâm oğul…”

“Kimsin sen, Baba? ” diyerek eline kapanıyorlar.

Öpüyorlar…Öpüyorlar…

Kederden bir abide gibi duran adam konuşmaya başlıyor.

“O canım Devlet-i Aliye çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bıraktık. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar’dı.

Tutmaya imkân yok, ordu bozulmuş, çekiliyor.

Devlet, zevalin kapısında.

İngilizler girinceye kadar geçen zaman içinde Kudüs yağmalanmasın diye bir artçı bölük bıraktılar. Âdet odur ki kenti zabteden galipler, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazlar.

İşte ben, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğündenim…”

Sustu…

Sustu…

Sabahı olmayan gece kadar sustu.

Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi art ardına;

“Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım…”

Bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…

İlhan Bey yeniden eline sarıldı.

Adam gürler gibi mırıldandı:

“Sana bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?”

“Elbette, buyur hele..”.

“Memlekete döndüğünde yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için öpüver.”

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:

“O’na de ki, gönül komasın.

Ona de ki, 11. makinalı takım Komutanı Iğdır’lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.

‘Tekmilim tamamdır kumandanım’dedi, dersin…”

Aman Allah’ım! Neler duyuyordum.

Öleyazdım.

Sonra yine dineldi.

Taş kesildi.

Bir kez daha baktım.

Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi.

Ufukları gözlüyordu.

Nöbetinin başında idi.

Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.

Biz, sadece unuturduk.

Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk…

Kendime geldiğimde siren sesleri, çocuk çığlıkları, kadın feryatları inletiyordu ortalığı. Döndüm baktım.

Koca şehir yanıyordu.

Gökten yağan fosfor bombaları yırtıyordu gecenin karanlık peçesini.

Hastaneler doluydu.

Bir bomba sesiyle bir hastane daha yerle bir oldu.

Kurtulan yaralılar, ellerinde serum şişeleriyle, tekerlekli sandalyelerle kaçıyordu.

Gördüklerimin rüya olmasını ne kadar da arzu ediyordum.

Çünkü geçekte bunlar olamazdı. Geçek bu vahşete dayanamazdı.

Kendimi çimdikledim.

Hayır rüya değildi gördüklerim.

Gerçekti.

Yerden yükselen on iki bin şamdan yerine, gökten yağan bombalar aydınlatıyordu şehri.

Şamdanlar söndüğü gün, Iğdırlı Hasan Onbaşıları unuttuğumuz gün başlamıştı bu çığlıklar.

Hala artarak devam ediyor.

Hala gecenin karanlıklarını yırtarak yükseliyor.

Alem-i İslam hala en derin uykularında.

Uyanık olsaydık olur muydu bu çığlıklar?

Sizin göz yaşlarınızı biz görmüyoruz.

Sizin çığlıklarınızı duymuyoruz.

Bizi affedin Gazze’li bebekler, sizi uyutan bombalar bizi uyandırmıyor.

Biz hayra yorulamayacak rüyalardayız.

Biz derin uykulardayız.

Derin uykularda.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.