Son sultan
1921’in soğuk bir şubat günü… Sarayın son çocuğu doğar. Fatma Neslişah Sultan, derler adına.
Adına atılan 121 pare toptan Boğaz’ın mavi suları titrer. Adına para bastırılır.
Üç yıl sonra Osmanlı hanedanına sürgün kararı çıkar.
Soğuk bir mart gecesi, Çatalca İstasyonu’ndan oflaya puflaya acı bir ıslık eşliğinde dönmeye başlar yorgun trenin tekerlekleri.
Hanedanı sürgüne götürecek olan trene binmeden hemen önce, üç yaşındaki Neslişah Sultan istasyondaki bir perdenin arkasına saklanarak, “Ben saraya dönmek istiyorum” diye ağlar.
Aşklar, şarkılar, sohbetlerle bezeli güzel geceler son bulur, zaferden zafere koşan orduların uğurlandığı, karşılandığı Yıldız Sarayı’nda geçen güzel günler geride kalır. Hiç kimse nereye gittiğini bilmiyordur.
Çatalca’dan kalkan tren, dumanlarını gökyüzüne savurarak, bağrında bahar barındırmayan bir kışa doğru koşar.
Hanedan erkeklerinin çoğu askerdir. İçlerinde tabip generaller, amiraller, albaylar vardır.
Hanedanın “Osmanları” bu kara sabahın rüyasını da görmüş müdür?
Sefaletin, yokluğun, acıların kucağına doğru alıp götüren bu tren o koca çınarın hangi kökünde saklanmıştır asırlarca.
O sürgünde sadece hanedanın acı kaderi mi vardır? Yoksa bu gün Suriye hapishanelerinden yazdıkları mektuplarda;
” Sizler sıcak evlerinizde otururken biz buralarda babasının kim olduğunu bile bilmediğimiz çocukları karnımızda taşımaktan bıktık. Gelin bizi kurtarın demiyoruz ama ne olur gelin bu hapishaneleri başımıza yıkın” diyen kızlarımızın çığlıkları da var mıdır?
Balkanlarda kalan, Filistin’de kolu kırılan, Afrika’da aç kalan insanların gözyaşları da var mıdır?
Bilemiyoruz.
Osmanlı’nın en hazin sahnelerinden biri olan o sürgün yollarında kimler yoktu ki…
Yad ellerde, “Hiçbir yer, İstanbul’un güzel ve güneşli tepelerine benzemiyor” diyerek ölüp giden, cenazesi, Fransa’da bir caminin avlusunda tam on yıl, vatan toprağına gömülmek için bekledikten sonra, bir yay gibi kıvrılıp Medine’ye ilk halifenin yanına uzanıveren son halife Abdülmecit Efendiler… Gurbet ellerde yıkayacak hiçbir Müslüman bulamadığı için hasta ve sakat kızı Neriman Sultan tarafından yıkanıp kefenlenerek, bir Hristiyan mezarlığına gömülen Şehzade Mahmut Şevket Efendiler…
Bastonuna dayanarak her gün işe gidip gelirken, bir gün ameliyatta yanlışlıkla dili kesilen ve dilsiz kalmasına rağmen yine de o haliyle; bir gün babasıyla gelen insanların Türkiye’den olduklarını öğrendiğinde;
“Ne olur, beni bu halimle bırakın da babamı vatanına götürün, bu adam yanıp tutuşuyor, eğer bana bir iyilik yapmak istiyorsanız onu vatanına götürün” diye yalvaran Neriman Sultanlar…
Nice’de vefat etmeden önce;
“Bir gün müsait olursa beni vatanıma götürün” dediği için, bir kilisede cesedi tam 30 yıl bekletildikten sonra, kilise görevlileri tarafından bir Hristiyan mezarlığına gömülen Sultan Abdülhamit’in kızı, Gazi Osman Paşa’nın gelini Zekiye Sultanlar da vardır…
Sefaletten intihar edenler, belediye izin vermediği için cesedi Manş Denizi’ne atılanlar da vardır…
Mısır bir Müslüman toprağı olmasına rağmen, Türkiye’de işbaşına gelen her iktidara mektup yazarak, her türlü siyasi haktan mahrum olarak ülkesinde yaşama izni verilmesini talep eden; Boğaziçi’nde kendi halinde balıkçılık yapmaya bile razı olduğunu her vesileyle söyleyen, yıllarca hiçbir cevap alamayınca da, Osman Yüksel Serdengeçti’ye;
“Hiç değilse bir zarfın içine bir avuç vatan toprağı koyarak gönderin de bari kabrime koyayım” diyerek, gurbet ellerde “ah vatan, ah vatan” diye diye ölen Neslişah Sultan’ın babası beyefendi Şehzademiz Ömer Efendi de vardır.
San Remo’da sefalet içinde ölen, bakkallara olan mutfak borcundan dolayı, tabutunun üzerine; “bu tabut hacizlidir, borçlar ödenmeden kaldırılamaz” yazısından dolayı damadı Ömer Faruk Efendi tarafından mutfak kapısından kaçırılan Osmanlının son sultanı Vahdettin Hanlar da vardır.
Cihanın toraklarını milletinin ayakları altına seren insanlardan bir karış toprak esirgenmiş, bunca cefa reva görülmüştür.
Son yolculuklarında, ne onları omuzlarında taşıyan Müslümanlar, ne tekbir sesleri, ne tabutun üzerine örtülü bir bayrak vardır.
Gurbet ellerde yaşayan hanedanı ilk hatırlayan Anadolu’nun yiğit evladı Adnan Menderes olur.
1952’lerde NATO toplantısı için gittiği Fransa da Paris Büyükelçisini yanına çağırarak; “Osmanoğulları Ailesinin Paris’te yaşıyor olması gerek. Bunlar ne yer, ne içer, ne ile geçinir?” diye sorar.
Büyükelçi’nin hanedan hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını gören Menderes öfke ile;
“Sana 24 saat mühlet! Ya Osmanlı ailesinin adresi ile ya da istifanla gelirsin” der.
Elçi adresle gelir.
Hanedanın ziyaretine giden Menderes gördükleri karşısında deliye döner.
Devlet-i Aliye’nin ulu Hakanı Sultan Abdülhamit Han’ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların tabaklarını yıkamaktadırlar. Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan’ın ellerine sarılır. “anne affet bizi, geç geldik” der. Ayşe sultan sürgünden otuz yıl sonra gördüğü bu vatan evladına;
“Sen kimsin?” diye sorar.
Menderes, “ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım” der. “Ben başbakanım” sözünü duyan koca sultan sevinçten öyle bir çığlık atar ki kalbi duracak gibi olur, bayılır. Menderes Türkiye’ye döner dönmez doğruca Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a çıkar.
“Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım” der. Celal Bayar, “Adnan Bey sus! Sakın bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der.
Menderes cebinden çıkardığı bir mektubu masanın üzerine bırakarak dışarı çıkar.
Celal Bayar mektubu açar.
“Analarının ve babalarının Fransa da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin Başbakanı olmaktan utanç duyuyorum, istifamın kabulünü arz ederim. İmza: Adnan Menderes”
İstifadan vazgeçmesi için Menderes’e sabaha kadar yalvarılır.
Hanedan kadınlarının yurda dönmelerine izin verilmesi şartıyla vazgeçer istifadan.
İstanbul’ a dönenler arasında Sultan II. Abdülhamid’in hanımı ve kızı da vardır.
Bir sabah erken saatte Teşvikiye’deki evlerinin kapısı çalınır.
Kapıyı Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan açar.
Gelen kişi başbakan Menderes’tir.
“Şayet kabul buyururlarsa Valide Sultan’ı görmek istiyorum.”
Başvekil, içeri buyur edilir. Salon tam bir Osmanlı evi gibi döşenmiştir.
Başında tülbent elinde tespihliyle zikrini tamamlayan Şefika Sultan;
“Berhudar olasın evlâdım, hoş geldiniz…” der Menderes’e.
O da, “Teşekkür ederim Valide hazretleri; hoş bulduk… ” diye karşılık verir. “Beyefendi, niçin önceden haberimiz olmadı? Böyle, hazırlıksız ve gâfil avlandık”
“Zararı yok efendim. Bendeniz elinizi öperek hayır duânızı almak ve bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmek için geldim.” Ayrılırken daha sonraları Yassıada da onun da hesabının sorulduğu şişkince bir zarf bırakır.
***
Rüyaları, aşkları, zaferleri ile koca bir devir geride kaldı. Yaptığı camilerin kandillerini kendi elleriyle yakan, imarethanelerin ilk yemeğini fakir fukaraya kendi elleriyle dağıtan derviş ruhlu sultanlar devri kapandı.
Gurup edeli neredeyse bir asra yaklaşmasına rağmen batışı sonrasındaki aydınlıkla içimizi ısıtan güneşin ufkumuzdaki son ışığı da birkaç gün önce bütün bütün kayboldu.
Osman Gazi’nin rüya devleti son buldu.