HARUN TOKAK

Sevgi karşısında diz çökmek…

Martılar bulanık sulara bir konuyor bir uçuyordu.

Hava kararsızdı. Thimes nehrinin boz bulanık suları tarihi yapının taş duvarlarını yalayarak akıp gidiyordu.

Yağmur isteksizce serpiştirirken, bulutların ince gözyaşları nehrin çırpınan sularına dökülüyordu.

Yağmurun, camları yumruklayışından gönülsüz bulutların, sağanağa durduğunu anlıyorum.

Londra, mahcup bir sevgili gibi yıkanıyordu sonbahar yağmurlarında.

Kirpiklerinden sular damlarken, Voltaire’e benzeyen bir âşık havlu uzatıyordu silinmesi için.

***

Geçen hafta, “Değişen İslam Dünyasında; Gülen Hareketinin Katkıları” konulu bir bilimsel toplantı için Londra’da Lordlar Kamarasındaydık.

Açılışta, lordlar, bakanlar ve bilim adamları konuştular. Dünyanın değişimine katkıda bulunan Gönüllüler Hareketiyle ilgili önemli tespitlerde bulundular. Gülen’den söz etmeden İslam dünyası üzerinde yapılan çalışmaların eksik olacağından, Gülen’in, yerel ile evrensel arasında köprüler kurduğundan; onun uluslararası bir fenomen, uluslar arası manevi bir öğretmen oluğundan, Huntington’ın çatışma gördüğü her alanda onun barış ve uzlaşı arayışından, adanmış öğretmenlerden, verme kültüründen söz ettiler.

Chicago Üniversitesi’nden Marcia Hermansen; Hareketin, dinamizmi temsil ettiğinden, kurumlara isim verilirken bile, durağan cisimlerin değil, hareket halindeki varlıkların; göl yerine ırmak ve nehir gibi isimlerin tercih edildiğinden bahsetti.

Harekete gönül vermişlere de; ışık süvarileri, önden giden atlılar gibi isimler veriliyordu.

İşin en garibi de gurbetteki bu gariplerin, en başındaki de dâhil hiç birisi kendisini bu vasıflandırmalara layık görmüyordu. Bu da onların hedefe doğru koşmalarında bir başka rol oynuyordu.

Bunları bir Batılıdan, bir Amerikalıdan duymak cidden çok etkileyiciydi. Üst üste yenilgiler üzerine Bizans kralının komutanına; “Ne oluyor, neden yeniliyoruz?” sorgulamaları karşısında; “Kralım! Vallahi anlamıyorum bizim ölümden kaçtığımız kadar onlar ölüme koşuyorlar” sözlerini hatırladım. Dünyanın savaşa koştuğu kadar, sevgi süvarileri barışa koşuyor, kimileri kalbinde kin ve nefreti büyütürken onlar sevgide sınır tanımıyorlar. Birilerinin dediği gibi Mevlana, “ne olursan ol gel” demiş, Gülen, “gel” demiyor “ne olursan ol geleyim” diyor.

Yüksek bir seda yankılanıyor Lordlar Kamarası’nın taş duvarlarından: “Ümitvar olunuz…”

İdama götürülürken, yalçın ve yüksek kayalıkların başından derin uçurumlara yuvarlanırken bile “Ah davam!” diyerek kendi hayatını değil, insanlığın saadetini düşünen bir yüreği yanığın sesi yankılanıyor zamanın gülen dudaklarında. Önceleri ıssız ve vahşi dağ başlarında çobanların bile duymadığı bu seslerin Batı’nın en yüksek kulelerinden akisleşmesi gelecek adına ümit veriyor. Ümidim artıyor, yakınım hâsıl oluyor.

Voltaire’e benzeyen bir âşık

Konuşmalar sürüp giderken kalabalığın arasında, saçlarının omuzlarına dökülüşüyle, önden arkaya doğru kabarıkça taranışıyla, üzerindeki yakasız ceketi ve şövalye düğmeleriyle tıpkı Voltaire’e benzeyen birisi dikkatimi çekiyor. İlk anda, Voltaire, İngiltere’de sürgün yıllarını yaşıyor diye düşünüyorum. Sonradan Tokatlı ve adının Hüseyin olduğunu öğreniyor; samimiyeti ilerletip gece yarılarına kadar sohbeti koyulaştırıyoruz.

Yüzünden ipeksi bir gülümsemenin eksik olmadığı bu zarif insanın simasının derinliğindeki hüzün, geçmişinin acılarını haykırıyor.

Çocukluğu, hep yokluk ve yoksulluk içinde geçmiş Hüseyin Bey’in. Daha bebekken, anne ve babası ayrılmış. Babası da annesi de yeni evlilikler yapmış. Dayısı onu sahiplense de yengesi aman vermemiş. Kar-kış demez 6 köy ötedeki bir köye gönderirmiş. Onu görenler, “Ah talihsiz yavrum! Nasıl geldin buralara? Bu kış- kıyamette; etraf kurt kuş dolu” derlermiş. Yengesinin arzusu da buymuş zaten; kurt yese de Hüseyin eve dönemese… Köyün çocukları da köpeklerini üzerine salarlarmış. Zavallı çocuk kendini savunmaya kalkınca da her defasında dayak yermiş. Ölsün diye zehir bile vermişler.

Dayısının oğlu ilkokula giderken o, dağlara keçi gütmeye gidermiş. Akşam eve geldiğinde dayısının oğlu ders çalışırken içi gider, onun hesaplarını yaparmış. Kömürle duvarlara, kiremitle taşlara, değnekle toprağa yazılar yazsa da, okumak bir hasret, bir tutku olsa da o, her gün güneşin doğuşuyla birlikte dağlara açılırmış keçileriyle. Babası, bir aralık onu yanına alıp okutacağı haberini gönderince sevinçten günlerce uyku girmemiş gözlerine. Sonra “benim öyle bir oğlum yok diye” diye ikinci bir haber geldiğinde bütün dünyası yıkılmış.

Bir kamyonun kasasında Ankara’nın yolunu tutmuş. Bir tabanca parası kazanarak babasını vurmak niyetindeymiş. Bir meyhanede komi olarak çalışmaya başlamış. Üç-beş kuruş kazanınca okumaya olan merakından dolayı Hacı Bayram’a giderek ucuz oldukları için dini kitaplar almış. Onları okudukça uzaklaşmış öldürme düşüncesinden. Meyhanede çalışırken düzenli sabah namazlarına da gitmeye başlamış.

Uzun bir süre sokakların kuytularında yatmış, tuvalet musluklarında yıkamış elbiselerini.

Sonraları İsmet Paşa’da bir kömürlük kiralamış. Hergele pazarından müstamel ceket, pantolon, gömlek almış. Günlerce aynı delik çorapları, aynı eski ayakkabıları giymekten ayaklarında çıkan kaşıntılar bütün vücudunu sarmış. Aylarca kaşıntıdan sabahlara kadar bağırmış durmuş. Topallayarak gitmiş günlerce işine. Şişelerin üzerine düşmüş, kolu yarılmış, eli yanmış, aylarca kullanamamış kolunu. Meyhaneden ayrılmak zorunda kalınca Ulus’ta çakmaklara benzin doldurmaya başlamış.

Parası, biraz ekmek, az köfteye yettiği için canı çok çekmesine rağmen hiç salata alamamış.

Hâlâ Ulus’taki işkembecinin vitrinindeki o salataların tadını arıyor. “Gözüm bodrum katında oturan ailelere takılırdı” diyor. “Sobanın üzerinde demliğin buhar buhar kaynadığını görür, çocukların cıvıltılarını duyardım da, ‘Allah’ım! Bana da bir gün böyle bir bodrum katı nasib eder misin?’ diye dua ederdim.”

Yıllar önce kaçak gelmiş İngiltere’ye.

Şimdi Londra’da en nefis Türk yemeklerinin sunulduğu “Sofra” restoranlar zincirinin sahibi Hüseyin Bey.

Müşteriler, kapıda sıra bekliyor.

Düğününü de Hilton’da yapmış.

Londra’da görkemli bir malikânesi var.

Aylarca giydiği delik çorapları, hergele pazarından aldığı delik ayakkabıları hiç unutamıyor.

Yoksul öğrencilere burs vererek, muhtaçlara yardım ederek, eski acılarını unutmaya çalışıyor. O, verme kültürünün hazzına ermiş birisi. İlkokulu okuyamamış ama şimdi altındaki Ferrarisiyle okuyanların ve okulların yardımına koşuyor.

Omuzlarına sarkan sarışın ve kıvırcık saçlarıyla, romantik ve sanatkâr ruhuyla Voltaire’i andıran bu insan aynı zamanda bir Londra aşığı. En çok da Londra’nın hazan yağmurlarında yıkanışını seviyor. Bir sevgiliye uzatır gibi havlu uzatıyor ona, saçlarından damlayan suları silsin diye.

Lordlar Kamarası’ndayız. …

Sonbahar yağmurlarında duş alıyor hayal şehir Londra.

Burası zekâsıyla devleri dize getirenlerin sevdalı ülkesi.

Ve ben sevginin önünde, diz çökmüş gördüm devlerin ülkesini.

“İnsan, zekâ karşısında dize gelir ama sevgi karşısında diz çöker” demiyor mu Voltaire?

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.