Sen Urfa’sın
Kutlu Doğum vesilesi ile Urfa’dayım. Dünyayı cennete
çeviren nisan ayı, bu soylu şehri de bir bahar bahçesine döndürmüş. Kadim
Urfa’nın adını taşıyan El-Ruha Oteli’nin kaleye nazır odasında bir başımayım.
Şehrin siyah gerdanına ışıklı bir kolye gibi asılı
duran kaleyi daha bir görebilmek için odamın ışıklarını fersizleştiriyorum.
Urfa çok değişmiş.
Lime lime elbiselerinin ve pürçek pürçek saçlarının
bütün bir güzelliğini gizlediği o genç kız, büyümüş, serpilmiş, ipek elbiselere
bürülü soylu ve güzel bir dilber olup çıkıvermiş.
Şehirlerin ruhu vardır derler ya!
On bir yıl sonra Urfa’yı yeniden görünce daha bir
inandım buna. Saran, kucaklayan bir sinesi var, ciğerlerinde Medine havası var.
Gap Arena Stadyumu’ndaki ‘Kutlu Doğum’ töreni az önce
bitti.
Odamda yalnızım. Gece yarısını çoktan geçti.
Az ilerdeki Balıklı Göl taraflarında kurbağalar geceye
şarkı söylüyor.
Biraz önce yaşadıklarımın sonsuz sevinci doluyor
içime.
Aynı göle koşan ırmaklar gibi şehrin orasından
burasından akan insan selinin doldurduğu kırk bin kişilik stadyum tıklım tıklım
dolmuş, insanlar yerlere oturmuş, bir o kadarı da dışarda kalmıştı.
Sanki, görkemli Gap Arena’nın yeşil çimleri alev alev
tutuşmuş, yeşil alevler dalga dalga göklere yükselmiş ve yüz binlerce kelebek o
alevlerin etrafında pervane olmuş, dönüyor, dönüyordu.
O zarif kelebeklerin kanat sesi doldurmuştu Harran
Ovasını.
Aman Allah’ım! O ne coşku, o ne peygamber aşkıydı.
Hacı Bayram ve Beyazıt Camilerinin imamlarının okuduğu
Kur’anlar, yüzbinlerin topluca getirdiği salavatlar, genç yetenek Ertuğrul
Erkişi’nin ve gurup Dergah’ın söylediği ilahilere eşlik eden nurlu
kalabalıklar, yıldızlı bir bahar gecesini inletmiş, gecenin bağrına dalga dalga
yayılan Harran topraklarını titretmişti. Sırtlarında sürme gözlü ceylanların
gezindiği Urfa dağları bir birine seslenmiş, bir ışık ve ses şöleni halindeki
stadyumdan yükselen sesler yıldızlara kadar ulaşmıştı.
Kalabalıklar, bir bahar gecesi meltemine tutulmuş ekin
tarlaları gibi gece boyunca ırlanıp durmuş, görkemli stat cezbeye tutulmuş bir
derviş gibi sağa sola salınıp durmuştu.
Gökteki yıldızlar yerdeki yüzbinleri seyretmişti.
Gece ilerledikçe havanın soğumasına rağmen kimse
yerinden kalkmamıştı. Annelerinin sımsıcak kucaklarında en tatlı, en derin
uykularına dalan çocuklar, kim bilir belki de rüyalarında gecenin en
karanlığında dağların ardından doğan dolunayı seyrediyorlardı.
Otel odamdayım. Bu vefalı şehrin sakinlerinin Güllerin
Efendisi’ne karşı sergiledikleri coşkudan dolayı içim içime sığmıyor.
Gece yarısını çoktan geçmesine rağmen gözüm uyku
tutmuyor.
Loş ışıkta bir başıma oturuyorum.
Karşımda siyah elbiselerle gezintiye çıkmış bir
güzelin gerdanındaki pırlanta gibi, gecenin karanlığında Urfa Kalesi öylece
duruyor.
Düşünüyorum da;
Eyüp (a.s), taş taş, duvar duvar sabır anıtını bir
başına bu şehirde mi örmüştü?
İbrahim (a.s), putların tutuşturduğu alevlere bir
başına bu şehirde mi yürümüştü?
Bu bereketli topraklardan mı seslenmişti, gökteki
yıldızlara, aylara, güneşlere…
Her biri art ardına batıp gidince de bu topraklardan
mı haykırmıştı?; “Ben batıp gidenleri sevmem” diye.
“Ben yüzümü arzın ve semaların Yaratıcısı’na
döndüm” diye bu topraklardan mı tutuşturmuştu Tevhit meşalesini?
Bu kentten mi alıp götürmüştü oğlu İsmail’i ve eşi
Hazreti Hacer’i, Hicaz’ın ıssız çöllerine?
Hazreti Hacer, kucağına küçük İsmail’ini alıp bu
topraklardan mı çıkmıştı çöl yolculuğuna? Zemzeme giden yolculuk, Safa, Merve
tepelerini kutsal bir anıt haline getiren serüven bu topraklardan mı başlamıştı?
Hazreti İbrahim bu kentten giderek mi oğlu İsmail’le
yükseltmişti Ka’be’yi?
Bu kentten mi gitmişti ıssız çöllerde kentler kurmaya?
Alemlere rahmet Güllerin Efendisi, atası İbrahim'(a.s
)ın kurduğu o kentlerin üzerine mi bir dolunay gibi doğuvermişti?
Gelişiyle zamanın dudakları gülen Güllerin
Efendisi’nin ataları bu topraklardan mı göç etmişti Bekke Vadisi’ne?
O gözyaşı vadisinin yanaklarındaki sızıntılarında mı
saklıydı sonsuz baharların bestesi?
Yoksa; “Babacığım! Emir olunduğun işi yap, beni
sabredenlerden bulacaksın” diyen Hazreti İsmail’in kızgın kumlara akmayan
teslimiyet kanlarının şırıltılarında mı?
Odamda bir başıma oturuyorum.
İslam medeniyetinin göz bebeği Urfa’dayım.
Kalenin en zirvesinde başını göklere uzatmış, şehre
bakan iki taş sütün, bir zamanlar burada yaşananlardan sorumlu, cezalı iki asi
asker gibi öylece dikiliyor.
Kaleye kadar teraslı parkta, bir zamanalar burada
olanlardan hala utanır gibi gecenin karanlığında başlarını bir yana eğmiş
mevlevi dervişleri gibi sıra sıra dizili ağaçlar kıpırtısız duruyor.
Gece soğuk…
Tek sıra ağaçlarla, duvarlar arasından fışkıran
ışıklar aydınlatıyor kale duvarını.
Bir kale değil de sanki bir tiyatro sahnesi.
Bir ateş tiyatrosu…
Göklerden sarkan sahne perdeleri kızıl alevlerden…
Yönetmeni Nemrut…
Seyircileri ateşe odun taşıyanlar…
Urfa dağlarında gezen gözü sürmeli ceylanlar, su
taşıyan karıncalar, gökte melekler…
Nemrudun ateş tiyatrosunun alev perdeleri açılıyor.
Seyircilerin alkışları, ıslıkları, bağırışları
yırtıyor gecenin karanlığını.
Başrolde insanlığın ızdırabıyla yüreği kor gibi yanan
bir peygamber…
Mancınığa konuyor.
Yalnız… Bir başına…
Direnmiyor, yalvarmıyor,
Sesiz, sakin oturuyor mancınığa.
Babası da orada; “durun, etmeyin” demiyor,
bilakis bir an evvel alevlere fırlatılması için yardımcı oluyor. Hiç kimse ama
hiç kimse; ” durun, ne yapıyorsunuz, ‘Rabbim Allah’ dediği için mi bir
insanı yakıyorsunuz?” demiyor.
Ve fırlatılıyor.
Bir peygamber süzülüyor alevlerin üzerine.
Bir kor düşüyor ateşin yüreğine. Bir can düşüyor
alevlerin ortasına.
Ateş, o koru bağrına basıyor.
Ateş, kor kesilmiş o canı yakmıyor.
Onda yakacak bir şey bulamıyor.
O can, bir ucundan giriyor diğer ucundan çıkıyor
alevlerin.
Alevler, güneşte kızarmış güller gibi yaprak yaprak
açıyor, Ateş dağları gülistan oluyor.
Bir otel odasında, bir başımayım, gece yarısını çoktan
geçti.
Putların devrilişinden tutuşan ateşten, Tevhit
meşalesinin yandığı şehirdeyim.
Issız çölleri meşale ormanı haline getiren şehirde…
Göz yaşı demek olan Bekke vadilerinde kentler kuran, o
kutsal kentlerde alemlere rahmet olan Güllerin Efendisi’nin karanlıkta açan bir
gül gibi açmasına vesile olan şehirde…
Urfa!
Ey soylu Şehir!
Merhamet pınarlarının göklerde ışıklı fıskiyeler oluşturduğu
kutlu kent!
Her devirde kendine sığınan Hak dostlarını bağrına
basan, uçsuz bucaksız Harran topraklarında vefadan bir anıt gibi hep yükselip
duran şehir.
Daha 1960’larda hasta ve yaşlı haliyle kendisine
sığınan, yol boyunca pek çok kentleri geride bırakırken, “beni
anlamadılar” diye ağlayan, “ben atam Hazreti İbrahim’in yanına
gidiyorum, ben vefalı dostlarımın yanına gidiyorum” diyen Bediuzzaman
Hazretlerinin etrafında, etten kemikten bir kale kurarak, çıkarmak isteyen
zorbalara teslim etmeyen, vefa geleneğini günümüzde de sürdüren şanlı şehir!
Ey vefalı şehir! Ben de odam da yalnızım. Ben senin
ruhuna sığındım. Al beni de bağrına. Al, İbrahim’in evlatlarını, al bütün bir
insanlığı.
Bak! Karşımda Kalen duruyor, sen gibi.
Karşımda sen duruyorsun kale gibi…
Vefadan bir anıt gibi…
Sen de Medine havası var, sinen sarıyor her sığınanı.
Sen Anadolu’nun şefkatle bakan göz bebeğisin.
Sen El-Ruha’sın, Sen Urfa’sın…