“Sana saçlarımla geleceğim anne!”
Şehri çevreleyen dağlarda bir kartal gibi bekleyen kış, daha sonbahar bitmeden şehre inmişti. Doğuda her yıl olduğu gibi 2009 kışı da erken gelmişti.
Aşağıdan Van Göl’ünden, yukarıdan Erek Dağı’ndan kopan fırtınalar, şehirde buluşuyor, gecenin karanlığında sabaha kadar özgürce ağıtlaşıyordu, şehrin üzerinde.
Songül ve kardeşleri anasız geçirmekte oldukları bu ilk kış gecelerinde korkudan bir birine sarılıp yatıyorlardı.
Üç yaşındaki Nermin de, ondan bir yaş büyük olan Evin de çok korkuyordu: "abla biz korkuyoruz, annem nereye gitti, bizi anneme götür" diye tutturuyorlardı.
Sonra da küçük abla, bir anne gibi kardeşlerini bağrına basıyor ve birlikte ağlıyorlardı.
Annesi evin ışığı idi. O ışık sönmüştü.
On yaşındaki Songül, aniden kardeşlerinin hem ablası hem de annesi oluvermişti. Her tuttuğu eşyada annesinin sıcaklığı vardı. Hangi kapıyı açsa sanki annesi karşısına çıkıverecek gibi oluyordu.
Van Başkale’nin bir köyünden olan babaları Ahmet Bey, İstanbul’da uzun süre çalışmış, gurbetin kahrını çekmiş, para biriktirerek durumunu düzeltmişti. Köyün minibüsüne ortak olmuş, sürüler edinmiş, kardeşleriyle traktör almıştı.
Önce oğlu Sinan’ın, sonra kendisinin, ardından hanımın art ardına gelen hastalıkları, bütün malı mülkü bir bir eritmiş, elde avuçta hiçbir şey bırakmamıştı.
Annesi, İstanbul’da hastanede iken Songül, kardeşlerine annelik yapmış;ekmek pişirmiş, yemek yapmış, çamaşır yıkamıştı…
Bir gün babası annesiyle birlikte dönmüştü. Fakat o güzel gözlerinden sevgi fışkıran, yanakları bir gül gibi kızaran hayat dolu kadından eser kalmamış, gözler derinlere gömülmüş, yanakları çukurlaşmış bir deri bir kemik kalmıştı.
"Son günleridir, yavrularını son defa görsün, evinde, kendi toprağında can versin" diyerek, göndermişti doktorlar.
Ölümün soğuk rüzgarlarında titreyip duran o kandil bir gün bütün bütün sönmüş. Yavrularının önünde mecalsiz kanatlarını çırpıp duran sevgi kuşu uçmuş gitmiş.
Ahmet Bey, hemen hepsi bakıma muhtaç yedi yavrusuyla kalakalmış.
Van’ın Yeni Mahalle bölgesinde tek katlı bu toprak evde, baba Ahmet Bey işsizdir. Evin geçimi, on dört yaşındaki erkek kardeşle, onun bir küçüğünün getirdikleri biri 1,5 diğeri, 3 lira olan yevmiye ile karşılanır. Evin yemeği, ekmeği, çamaşırı, temizliği, kardeşlerinin bakımı on yaşındaki Songül’ün omuzlarındadır.
Evde yakacağın yiyeceğin, her şeyin ötesinde umutların tükendiği bir kış günü toprak evin kapısı vurulur.
Gelenler "Van Kimse Yok mu?" Derneği’nin gönüllülerinden Burhan Bey’le eşi Vildan Hanım’dır.
Burhan Bey’le eşi Vildan Hanım kutsal topraklardan yeni dönmüşlerdir.
Medine günlerinde, gönüllere bir bahar esintisi gibi dolan Güllerin Efendisi’nin huzurunda; "Ya Rabbi! Bana Hazreti Muhammed’in ahlakını, Hazreti Ömer’in adaletini, Hazreti Ebu Bekir’in cömertliğini nasip eyle, bu güne kadar hep dünya için, kendim için, çocuklarım için çalıştım, bundan sonra Allah rızası için, başkalarına yardımcı olan kullarından eyle,"diyerek dua etmişlerdir. Duaları kabul olmuştur.
Kapıyı Songül açar.
Daha küçük bir kız olmasına rağmen başının örtülü olması dikkatlerini çeker.
Yoksulluk bir ağıt gibi yükselmektedir, toprak evin duvarlarında. Soğuktan bir birine sokulmuş yavrular, umut ve korku içinde öylece bakarlar gelenlere.
Vildan Hanım "mutluluğun resmini" çizmeye başlar. Bir iyilik meleği gibi bağrına basar, yavruları.
Bir anne kokusu dolar, toprak eve.
Songül’ün hüzne davetli dudaklarından dökülür, yaşadıkları.
"Dört yıl boyunca hastalıklarla boğuşan anam, 2009’un Temmuz ayında vefat etti, babam onu iyileştirmek için bütün servetini harcadı, şimdi bizi evde bırakıp çalışamıyor"
Başına bağladığı örtünün altında yarası olduğunu fark ederler. Başını açmaya çalışırlarsa da, yaraya yapışıp kalmış olan başörtüyü çıkaramazlar. Songül, annesi İstanbul’da iken kardeşlerine ekmek yaparken tandıra düşmüştür.
Bir güzellik ormanı gibi duran ipek saçları yanmış, sadece sağ kulağının üzerinde bir tutam saç kalmıştır, o kadar.
Son günlerinde Songül’ünü öyle görmek kahretmiştir, anayı. Kendi elleriyle yıkadığı o sümbül saçlar nereye gitmişti. Her gün feri biraz daha sönen o güzel gözleri, kızının çektiği acıyı gördükçe ölmeden önce ölmüş, hüzünden bir abideye dönmüştü.
Vildan Hanım hemen hastaneye götürelim seni derse de, Songül; " ben kardeşlerime bakıyorum, onları bırakıp hastanede yatamam,"deyince, ne Burhan Bey de ne de Vildan Hanım da ayakta duracak derman kalmaz.
Çekim yapan kameraman da dahil hepsi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar.
Aman Allah’ım! Bu toprak evde yumak yumak acılar vardır. Bu anasız yavrular bu acılara nasıl dayanmışlardır?
Bu arada Ahmet Bey de eve gelir.
Burhan Bey, artık kardeş aile olduklarını, çocukları okutmak, Songül’ü tedavi ettirmek istediklerini söyler, Ahmet Bey’e.
Önce, Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi Baştabibi ile görüşerek Songül’ün Plastik cerrahide tedavisini başlatırlar.
Tedaviyi fedakar doktorumuz Ümit Bey üstlenir.
Ne kadar sürerse sürsün Songül tedavi olmayı arzulamaktadır, çünkü o haliyle evden dışarı çıkmaya çekinmektedir.
Burhan Bey ve Vildan Hanım erkek çocukların ellerinden tutarak mahalledeki okulun yolunu tutarlar.
Kardeşlerin dramı okul müdürünü de öğretmenleri de gözyaşlarına boğar.
Dört erkek kardeş hemen o gün okullu olurlar.
Evin’le Nermin’i de mahalledeki ana okuluna götürürler. Nermin daha Müdüre hanımı görür görmez "ana" diye koşarak kucağına oturur.
Vildan Hanım, "Allah senin de yavrularını bağışlasın, bu çocuğa burada sahip çıkın" ben de Evin’i evime alacağım, deyince, Müdire hanım;
"Benim çocuğum yok, ilk defa bir çocuk bana "ana" dedi, bu Allah’ın hikmeti ben de Nermin’i evime alıp sahip çıkacağım" der.
Nermin’i bahçede oynayan çocukların arasına gönderirler.
Kendisini getirenleri çoktan unutmuştur, minik Nermin.
Akşam, Van Gölü’nün kızıla boyalı suları güneşin battığı ufka doğru koşarken, anne babalar da yavrularını birer ikişer almaya gelirler.
Minik Nermin’de, "Ana ben geldim" diyerek, Müdüre Hanım’ın kollarına koşar.
Artık onun da bir ailesi, sıcak bir yuvası, her şeyden öte anası vardır.
Birkaç gün önce evliya ruhlu fedakâr insan Burhan Bey’le konuştum.
Şu anda Ahmet Bey yardım sever bir iş adamının verdiği sigortalı bir işte çalışıyormuş. Okulda okuyan oğulları ile birlikte mutluymuş. Burhan Bey’e ve Vildan Hanım’a ve tabiî ki "Kimse Yok mu?" Derneğine çok dualar ediyorlarmış.
Songül kızımız, yedinci ameliyatını olmuş, başının üçte ikisi kendi saçlarıyla kaplanmış. İyilik meleği Vildan Hanım her gün onu ziyarete gidiyormuş.
Servisteki doktorlar, hemşireler ve refakatcılar Songül’ü çok seviyorlarmış.
"Evin ve Nermin Cennete düştü onları artık düşünmüyorum, ben de tedavim bitince kardeşlerim gibi okula devam edeceğim,"diyerek, iyileşeceği günleri bekliyormuş.
Evin, Vildan Hanım’ların evlerinin neşesi olmuş, Türkçeyi bile öğrenmiş.
Minik Nermin, müdire hanımların evinin bereketiymiş.
Nermin’le birlikte yepyeni mutluluklara kanat çırpmaya başlamışlar.
Vildan Hanımla Burhan Bey, bir gün, bütün çocukları bir güzel giyindirip kuşandırarak annelerinin mezarına götürmüşler.
Evin’de Nermin’ de sanki o minik dudaklarıyla; "Anne! Artık bizim için üzülme biz çok iyiyiz" demişler.
Göz yaşı yağmurlarıyla yıkamışlar, analarının toprağını.
Songül; "Anne artık üzülme, bir gün sana saçlarımla geleceğim, onları sana göstereceğim, kalkıp saçlarımı yine yıkar mısın anacığım?"diyerek o gün çok ağlamış.