Poşulu amca
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın son zamanlarda terör örgütü hakkında yaptığı açıklamalar çok ses getirdi. Ağar’ın “Dağa adam devşirme olayına çomak soktuk” sözü bana doğuda dört yıl öğretmen olarak çalıştığımda yaşadığım bir olayı hatırlattı.
Kısaca anlatayım;
Bir kış günü, Van’dan Muş’a gidiyoruz. Meşakkatli yolculuk sonrasında Rahva ovasına ulaştığımızda hava iyiden iyiye bozdu. Göz gözü görmüyor. Görüş mesafesi sıfıra yakın. Öyle ki sık sık arabanın arka kapısını aralayıp şoför Mehmet beye “Sağ yap, sol yap…” diye yolu tarif ediyoruz.
Vakit akşama kavuşmasına rağmen, yer gök bembeyaz kar. Tipi şiddetini gittikçe daha da artırıyor, fırtına karları yerden kuvvetlice alıp göğe savuruyordu. Kar fırtınasının böylesine hiç şahit olmamıştım.
Muş ovasından geçerken düz alanda rayların üzerine neden tünel yaptıklarını hep merak ederdim. Artık merak etmiyorum. Düzlükte kardan dağlar oluşuyor ve rüzgar, kar tepelerinden beyaz yığınları alıp alıp vadiye savuruyordu. Tipi, dalları, yorulmadan, usanmadan dövüyordu. Sağda solda kara saplanmış arabalar yolculuğu hepten çekilmez kılıyordu. Tek tük uçuşan kargalar da artık ortalıktan kaybolmuştu. Bu sert havada acaba sığınabilecekleri güvenli bir yer bulabilmişler midir diye de geçiriyordum içimden.
Sonunda kendimizi Muş’ta bir ilkokul öğretmeni olan Seyyid Bey’in evine zor attığımızı hatırlıyorum sadece. 60 kilometrelik yolu tam 5 saatte kat edebilmiştik.
Muş’un yolları yokuşmuş, burada hayata tutunmak ne kadar zormuş gördük.
O gün kararımızı verdik; köylerden okumak için Muş’a gelecek çocuklara sıcak bir yuva, bir yurt hazırlamalıydık. Hayalimizin peşine düştük, ilk icraatımız, şehrin merkezinde, Anadolu Lisesi’nin dibinde boş bir bina bulmak oldu. Lakin mal sahibinin istediği parayı ödeyebilmemiz imkânsızdı. Onu ikna edemedik. Gece boyunca, bütün iyi niyetimize rağmen binayı alamayışımız zihnimizde sorular oluşturdu. Sıkıntılarımıza cevap ertesi gün geldi. Anlaşılan gece, sadece bizi değil, mal sahibini de düşündürmüştü. Sabah erkenden yanımıza geldi. Binayı bize vereceğini söyledikten sonra ekledi: “Kirayı siz takdir edin.”
Kolları sıvadık, şevkle çalışmaya başladık. Yurdun dolaplarını yakındaki bir baraj inşaatının şantiyesinden getirdik. Bazıları bükülmüş, yıpranmış olsa da önemli değildi. Bunları bulduğumuza şükrediyorduk. Yurdun halısını da İstanbul’dan bir işadamı göndermişti. Derme çatma da olsa eşyalarını tamamlamıştık. 60 öğrenci kapasiteli bir yurdumuz olmuştu. Tatlı tatlı konuşan ama yüreği bir yangın yeri gibi ızdırapla tüten bir müdürümüz de iş başına geçmişti: Mustafa Bey gayretli, sade, alabildiğine mütevazı biriydi. Orada çok büyük hayırlara vesile olmuştu.
Müdür beyle yıllar sonra karşılaştığımızda o günleri yad ettik. Anlattıklarında, gördük ki, o küçük yurt ne büyük işler görmüş. Ağar’ın bugün söylediklerine geçmişten güçlü bir ışık tutuyordu dinlediklerim.
Şimdi söz müdür beyde:
“Yurt talebelerin akınına uğramış, kayıtlar birkaç günde dolmuştu. Geç kalan velilerin küçücük çocuklarının ellerinden tutup büyük bir üzüntüyle -umutla geldikleri yurdun kapısından- geriye döndükleri manzarayı unutmam mümkün değil. Yalvarmalar, yakarmalar boşunaydı; bir kişilik boş yerimiz dahi kalmamıştı. Buna rağmen geriye dönen her baba-oğul için tarifi imkânsız acılar çekiyordum. Sadece Hakkari’de bile her yıl okumak için 1000’den fazla çocuğun köylerden şehre geldiğini düşünürseniz, doğuda barınma açığının boyutlarını tahmin edebilirsiniz. Binlerce gül yüzlü çocuk, -kalacak sıcak bir yuva değil- soğuk bir ev bile bulamadan, eğitim hayatına adım atamadan köylerine geri dönüyorlardı. Sadece gelecek hayalleri değil, umutları da yıkılıyordu o geri dönüşlerde. Küçücük yüreklerinde kim bilir ne büyük hayaller büyütüyorlardı. Acıydı ama şimdi kurda kuşa yem olmaya namzetti bu çocuklar. Küçük yaşlarında küsmüşlerdi en önce hayallerine. Büyüklerine, yöneticilerine, belki de bütün bir hayata.
Bir gün poşulu bir amca geldi yurda. Yanında da alabildiğine mahçup bir çocuk. Eski püskü kıyafeti her şeyi anlatıyordu. Babasının elinden sıkıca tutmuştu. Adam bana, “Al oğlumu, yatak da istemez, ranza da!” diye çok yalvardı. Çocuk başını önüne eğmiş, babasının yalvarışlarını dinliyordu. Belli ki, kalbi bir güvercin yüreği gibi pır pır atıyordu. Bir aralık gözüm ayakkabılarına ilişti, ayakkabının deliğinden çorabı görünüyordu. Yüreğim sızladı. İçimde Rahva’nın tipilerinden daha sert fırtınalar kopmaya başladı. Onu geri göndermeye yüreğim isyan ediyordu. Fakat sırada bekleyen bir çok insan vardı, hangi birine nasıl bir çözüm bulabilirdim ki? Orada ağlamamak için zor tutumu kendimi. Adam da çaresizliğimi anlamış olmalı ki, hiç bir şey demeden çocuğunun elinden tuttuğu gibi arkasını dönüp gitti. İkisi de gözden kayboluncaya kadar arkalarından bakakaldım sadece. Aciz ve çaresizdim. Aylarca unutamadım bu olayı. Kabus gibi rüyalarıma girdi. Ne zaman caddelerde çocuğu ile yürüyen bir baba görsem hala poşulu adam ve oğlu gelir aklıma. Suçlu benmişim gibi ızdırap duyar, yüreğim ezilir her defasında.
Doğuda kış erken gelir. Dondurucu soğuklar başlamıştı. Bir gün odamda oturuyordum. Bir ziyaretçim olduğunu söylediler. “Gelsin” dedim. İçeri poşulu bir amca girdi; yüzünü gözünü sarıp sarmalamıştı. Uzun yoldan geldiği halinden belliydi. Poşusunu hafifçe sıyırarak şöyle dedi:
-Müdür bey, beni tanıdın mı?
-Hayır, tanıyamadım.
-Ben okulların açıldığı günlerde oğlumla beraber gelmiştim buraya. “Yerde de yatar, ne olur al oğlumu, müdür bey” demiştim ya size.
-Ha, evet. Tanıdım şimdi. Buyurun oturun amcacığım. Ben de ne zamandan beri sizi düşünüyor, sizi arıyordum. Yurtta bir kişilik yer açıldı. Çocuğumuz nerede kalıyor, nerede okuyor?
-Okumuyor müdür bey, okumuyor. Hem ben oturmak için gelmedim. Sana bir çift sözüm var müdür bey: “Bu yurda kabul etmediğin oğlumu, teröristler dağa devşirdi. Ben istedim ki, onun eli kalem tutsun. Sen onun kalemini kırdın, hayallerini yıktın. Umutlarını yok ettin, müdür bey. O dağ senin, bu dağ benim dolaşıyor mu, yoksa bir kör kurşuna kurban mı gitti, bilmiyorum. Umurumda da değil. Çünkü ben ölmüşüm müdür bey. Eğer ahirette imansız karşıma gelirse iki elimi iki yakanda bil müdür bey” deyip döndü ve gitti. Bu seferde arkasına bakmadı.
Adeta kanım donmuştu. “Dur biraz! Dur hele!” diyecektim, diyemedim. Dış kapıya koştum. Poşusunu yine başına dolamış, tek başına, karşı caddenin kaldırımından kar ve tipiye aldırmadan başını önüne eğerek koşar adımlarla yürüyordu, Gözden kayboluncaya kadar arkasından baktım, baktım…”
Dedim ya, Doğuya kış erken gelir…