HARUN TOKAK

Gurbette bayram vefa ister

“Gün doğa ülkemize, bayram o bayram ola”

Çamlıca’da mütevazi bir evdeyiz. Kadim dostum, zarif insan Remzi Beyle beraberiz. Birer ikişer tabaklar iftar sofrasına taşınıyor.

Güneş, güne ve İstanbul’a veda hazırlığında.

Evlerin ilk ışıkları yanmaya başladı bile.

Sokak lambalarıyla beraber Boğaz’ın gerdanlığı da ışıldamaya başladı

Galata, Kızkulesi, Süleymaniye ve Fatih birer ışık adacıklarına dönüşüverdi. Derken, Sultanahmet ve Ayasofya da sılada gurbet yaşayan iki kardeş gibi, hem çok yakın hem de çok uzak mabetler olarak birbirlerine haber verircesine ışıklarını yaktılar.

Bir anda ışık ve bir renk cümbüşü kuşattı İstanbul’u.

Ve ezanlar yükselmeye başladı minarelerden.

İftar soframızda, gurbette bayramı soruyorum kadim dosta. Çünkü o da, daha niceleri gibi gurbetleri “sılaya” çevirme azmiyle, çileli gayretlerde ve hizmetlerde bulunmuştu, çetin ve zor bir coğrafya olan Kafkasya’da.

Nemli ve buğulu gözlerle başladı anlatmaya:

“Yıl 1992. Okul açma düşüncesiyle üç beş arkadaş Dağıstan’dayız. Arkadaşlarla birlikte gurbette ilk bayramı idrak edeceğiz. Buruk bir bayram sabahıydı. Kararsızdık. Ne yapacağımızı bilemiyorduk.

Hangi camiye gidecektik, kimlerin elini öpecektik? Kelimenin tam anlamıyla gurbette, garib ve kimsesizdik. Derken, Mohaçkale’ye üç km uzaklıktaki Tarki köyündeki Türk şehitliğine gitmeye karar verdik.

Üniversite Rektörü İbrahim İsmailof Kumuk Türklerinden iyi bir insandı. Tarki köyüne gitmek için bize bir araç tahsis etti. Köyün sırtını dayadığı dağın doğu cephesi şehitlikti. I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas birliğinden ayrılıp Ermeni çeteleriyle savaşırken şehit düşenler burada yatıyordu.

Savaştan geriye kalan hasta ve yaralı Türkler de bu köye yerleşmişlerdi. Onun için bu köye Tarki yani Türkler köyü denmişti. Şehitlik oldukça bakımlıydı ve mezar taşlarında ay yıldız motifleri vardı. Dönüşte Tarki dağını yaya indik. Köy dağın yamacındaydı, tıpkı Bursa Cumalıkızık köyü gibi taş döşeme ve daracık sokakları vardı.

Köyün meydanına yaklaşınca sanki sözleşmiş gibi bütün köylü orada karşıladı bizi. Selamlaştık. Kumukça konuşuyorlardı ama anlaşabiliyorduk. Sonra bizi bir eve davet ettiler. Misafiri olduğumuz evin önüne geldiğimizde tıpkı Anadolu’daki çatal kapı gibi büyükçe bir kapıyla karşılaştık. Kapı taş döşeme kocaman bir avluya açılıyordu. Arkada kayıt damı odalar. İki kademeli olan iç avlunun ikinci kademesine büyükçe bir sofra kurmuşlar. Ablalalar, teyzeler, nur yüzlü nineler hepsi bizi sofraya buyur ettiler. Sanki kırk yıllık bir yakınımızın evindeydik. Gurbette olduğumuzu çoktan unutmuştuk. Bizi şehitliğe giderken gördüklerini, bir bayram günü gidecek yerimizin olmadığını ve Türkiye’den olduğumuzu tahmin ettiklerini, onun için ecdadımızın kabirlerini ziyarete geldiğimizi ve bizi misafir etmeye karar verdiklerini hep sonradan öğreniyoruz.

Sohbetimiz esnasında Tarki köyünün camisinin komünizm döneminde dahi hiç kapanmadığını öğreniyoruz.”

Zarif insan, gurbetteki bu ilk bayramın hatıralarını yoğun duygular içinde anlatırken heyecanlanıyor ve göz yaşlarını zor tutuyordu. Tarki köyü sakinlerinin gurbeti bastıran sıcaklıklarını, samimiyetlerini, iyiliklerini, ikramlarını hiç unutamamıştı.

Hayalen çittiğimiz Tarki köyünden İstanbul’a iftar soframıza avdet ediyoruz….

Çaylarımızı yudumlarken sohbetin konusu yine gurbette bayram ve gurbetteki gönül erleri olarak sürüp gidiyor…

Kaç bayramdır annesinin, babasının elini öpemeyen yiğit öğretmenleri, fedakâr bacıları minnetle ve şükranla anıyoruz. Ve tabii ki, tüm dünyayı bayramlaştırma sevdasının mimarı ve “Gün doğa ülkemize bayram o bayram ola” sözleriyle bayram ufkumuzu değiştiren ve evrenselleştiren “Hüzünlü gurbet”in sahibini de.

Biz de bir anda yetim olduğumuzu, bu bayrama da yetim gireceğimizi hatırlıyoruz

Hayalimiz bu sefer “Saadet Asrı”na gidiyor. Bir bayram günü arkadaşları oyun oynarken, bir köşede boynu bükük bekleyen çocuğa yaklaşan Yetimler yetimi (s.a.v)’nin “Sen neden arkadaşlarınla oynamıyorsun” sorusuna,

-“Benim babam yok ki” cevabı karşısında mübarek kalbinin ne kadar dilgir olduğunu ve sonra da Bedir şehidinin yetimini, “evladı” olarak “Hane-i Saadet”e götürüşünü, başını okşayışını hatırlıyoruz.

Her ikimiz de babalarımızın yokluğunu daha bir derin hissediyoruz bu bayramda.

***

Eskiden serhat boylarından at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları duyulurdu.

Şimdilerde, okulların çalan zilleri ve öğrencilerin cıvıltıları duyuluyor.

Eskiden Galiçya’dan, Sarıkamış’tan, Yemen’den yanık türküler gelirdi.

Şimdilerde, ışık süvarilerinin sevgi dolu sesleri geliyor. Sevginin gür ormanlarından üfür üfür tatlı meltemler esiyor. Moğalistan’dan, Sibiryadan, bütün bir Asya’dan…

Eskiden “Beni leb-i deryaya gömün. Ben leventlerimin sesini ve denizin hırçın dalgalarını duymak istiyorum” diyen Barbaros’lar vardı.

Şimdilerde, “Beni okulumun bahçesine gömün!” diyen Barboros’ların gökçek yüzlü torunları var.

Mevla milletimize bu günleri ve bu güzellikleri gösterdi ya galiba bayram bu bayram ola.

Yarın bayram…

Birçoğumuz, çoluk çocuğuyla, aile efradıyla bayramı, sürur ve sevinç içinde idrak edecek…

Gelin biz bu bayramda, hem gurbette, hem de sılada, “buruk bayram” yaşayanları hatırlayalım.

Kim bilir, bu bayramda da kaç ana, gurbetteki evladının kokusuna hasret yaşayacak, kaç ana şehidinin duvarda asılı fotoğrafına dalıp gidecek, elbisesine sarılıp ağlayacak.

Kim bilir, kaç baba elini öpen delikanlıları gördükçe gurbete gönderdiği gözbebeği oğlunu, şehit verdiği delikanlısını hatırlayıp, gözyaşlarına boğulacak.

Kim bilir kaç körpe bacımız, genç yaşta kaybettiği eşinin fotoğrafını sımsıcak bağrına basıp ağlayacak.

Kim bilir kaç yetim yavrumuz, babalarıyla bayram yerlerine giden çocukları sokakta görünce, “Keşke” diyecek, iç geçirecek, yutkunacak ve hıçkırıklara boğulacak, “Benim de babam sağ olsaydı!”

Yarın bayram…

Gidip onların mütevazi evlerinde, yer minderlerine oturalım. Sade ve fakat sıcak yuvalarını ziyaret edelim. Asya’daki, Avrupa’daki, kara kıta Afrika’daki, Balkanlar’daki ‘önden giden atlıların’, ‘adsız kahramanların’ annelerine, babalarına gidelim. Öpelim, bir zamanlar evlatları tarafından derin bir saygıyla öpülen o kutsi elleri. Bacılarımıza gidip, dert ortağı olalım, gam yükünü paylaşalım. Sevgili Bedirhan Gökçe’nin seslendirdiği o muhteşem şiirde ifadesini bulduğu gibi, hep “sol yanları” acıyan yetimlerin acılarını paylaşalım, onlara yetim olduklarını hissettirmeden. Boyunları bükük kalmasın… Okşayalım çocukların kır çiçekleri kadar güzel kokan saçlarını. Mis gibi koklayalım Cennet çiçeklerini…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.