Pınar Başında Susuz Ceylanlar
Arabamızla, içli bir türkü gibi kendi sessizliğinde yükselen Bolu Dağı’nı tırmanıyoruz. Değerli dostlarım Muhammed Özkan ve Seyfi Bey’le birlikteyiz.
Dağda yağmur havası var.
Bir birine eklenen dağların silüetleri siyah bulutların altında, onurlu geçmişlerinin hatıralarıyla yücelen yüce insanlar gibi heybetle duruyor.
İsmail’in Yeri’ne vardığımızda, kocaman demir döküm soba alev püsküren bir canavar gibi homurdanıyordu.
Burası, yolu Bolu Dağı’na düşen yolcular için, güvenli bir liman gibi.
Sık ağaçların arasındaki ışıkları, bir dağ feneri gibi bildik bileli yanar durur.
Buranın sahibi İsmail Bey, mehtaplı geceler gibi sakin ve esrarlı bir insandır.
Sanki dünyanın kuruluşundan beri kaynayıp duran bir güzellik pınarı gibi yolcuları bekler, durur.
Sıcak ilgisi ve güler yüzü, müşteri değil de bir misafir olduğunuz hissini uyandırır.
Yine herzamanki içtenliği ile karşıladı bizi.
Köşedeki masalardan birine oturuyoruz.
Ali Ulvi Kurucu Hoca’nın dağ başında kutsal bir mabet gibi duran bu esrarlı yeri ziyaretini, bir de kendisinden dinlemekti muradımız.
Sobanın başında bir iki kişi hem çaylarını yudumluyor hem de kemiklerini ısıtıyordu.
Esrarlı dağın başında bir Ali Ulvi Hoca muhabbeti başladı.
Ali Ulvi Hoca’nın ömrü, 2004 Şubat’ının ilk günlerinde Sonsuzluğun Sahibi’ne yürüyünceye kadar hep Rasulullah Efendimiz’in komşuluğunda geçer.
Babası, amcası ve dedesi Hacı Veyiszade efendiler, Konya’nın en saygın alimlerindenmiş. Aile de herkes hafız olarak yetişirmiş. Hacı Veyiszade ailesinden biri, caddede yürürken, değil dükkanlarının önünde oturan insanlar, yorgunluktan semerlerini sırtlarına dayayarak dinlenen hamallar bile ayağa kalkar hürmet gösterirlermiş.
Evleri, kız ve erkek talebelerle kutsal bir mabet gibi gün boyu dolar taşarmış.
Dedesi Veyiszade bir gün küçük Ali Ulvi’nin okuduğu ilk okulun önünden geçerken durup bahçedeki çocuklara bakar.
Kız erkek karışık 5. Sınıfın talebeleri öğretmenlerle voleybol oynamaktadır. Eve gelince hanımına: "Yahu Ali’ye ilim öğretecek öğretmenler, kızlı erkekli top oynuyorlar, yahu bu çocuklar, pınarın başında susuz kalacaklar. Yazık yahu, ben neslimden Kur’an hafızlarının bu kadar erken kesileceğini tahmin etmezdim. Çok erken oldu. Sinesinde Kur’an olmayan bir insan kabirde gibi karanlıktadır. Kuran nurdur, ışıktır" diyerek hıçkıra hıçkıra ağlar.
Küçük Ali Ulvi’nin babası o günlerin ağır şartlarını bildiği için; "Allah’ım! Beni bir hafız babası yaparsan, şu zamanda bir hafız babası olursam… Oğlum mahşer gününde "ey hafız-ı Kur’an oku ve okudukça yüksel denenlerden olursa…"diye hem ağlar hem dua edermiş.
1930′ lu yıllar…
Minareler nefesini tutsa da, çalgı sesleri, sarhoş naraları her yandan duyulmaktadır.
Mihrapların, minberlerin, mabetlerin içli bir yetim gibi gözyaşı döktüğü günler.
Babası bir gün küçük Ali Ulvi’den başka okutacak talebe bulamaz.
Herkes sinmiştir.
1939 senesi Kurucu ailesi için hicret yılıdır.
Onu kararından vaz geçirmek isteyenlere İbrahim Efendi;
"Yurdumda garip oldum yahu! Oğlumu okutamıyorum. Bir tarlam vardı, onu sattım. Ailemin ziynetini sattım. Çocuklarımı okutmak için hacılara su taşımayı, hamallığı bile göze aldım" der.
Ya Rabbi! "Ne gurbettir, çöken İslam’a İslam’ın diyarında"
İlim sevdalısı Ali Ulvi, Mısır’a, anne babası da diğer evlatlarıyla Medine’ye yerleşir.
O sırada Mısır, irfan hayatı bakımından çok zengindir.
Son Osmanlı Şeyhü-l İslamlarından Mustafa Sabri Efendi, Düzceli allame Zahid el Kevseri, Mehmed Akif’in yakın arkadaşı Yozgatlı İhsan Efendi, İbrahim Sabri Beyler oradadır.
Gençlerin, susuz ceylanlar gibi başta Hasan el Benna olmak üzere ulemanın sohbetlerine , konferanslarına koşması onu derinden etkiler.
Bir gün, Mısırın meşhur alim ve ediplerinden Mustafa Sadık’ın "Ateş içindeler ama yanmıyorlar,"başlıklı makalesini okur.
Genç Ali Ulvi, nemli gözlerle sonsuz ufuklara bakarak "acaba benim ülkemde de böyle gençler olacak mı?" diye, dualar eder, ışıksız gecelerde göz yaşı döker.
"Ne gelen var, ne giden var; ne gülümser bir yüz.
Yolcu yorgun, yük ağır, menzil uzaklarda henüz," diyerek, inler.
1945’de babasının vefatı üzerine tahsilini tamamlayamadan Medine’nin yolunu tutar.
Kervan Medine’ye yaklaştıkça içinde bir ferahlık, huzur ve huşu hisseder.
Artık bu kutlu şehir onun için yeni bir vatan olacak ve ömrünün geri kalan yılları bu topraklarda geçecektir.
1947 yılında Türkiye’den ilk hacı kafilesi kutsal topraklara gelir.
Konya’dan gelenler, İmam-Hatip okullarının açılmaya başladığını, amcası Mustafa Kurucu’nun Konya’daki okulun açılışına öncülük ettiğini anlatırlar.
Bir Cuma hutbesine amcasının halkı teşvik için sırtından cübbesini çıkarıp verdiğini, cüzdanını göstererek "aha cüzdanım, olsa daha da veririm" dediğini, bunun üzerine halkın coşarak verdikçe verdiğini öğrenir.
Çok sevinir.
Dualarının kabul olduğunu düşünür.
Konya’ya ilk defa 1955’de gelebilir.
Konya İmam-Hatip okuluna uğrar. Müdür Bekir Bey’le görüşür. İki bin altı yüz öğrencileri olduğunu, sene başında bine yakın talebenin de ağlayarak geriye döndüğünü öğrenir.
"Allah şahidimdir , daha yirmi yıl önce, babam benden başka okutacak talebe bulamıyordu" diyerek, ağlar.
Duygularını,
"….milletçe ümitsizliğe düşmüştük dün,
Uyanış fecri ufuklarda belirmekte bu gün," dizeleri ile dile getirir.
Suları çekilen merhamet pınarları yeniden kaynamaya başlamıştır.
Bir sabah namazı sonrası, çocuklara Kur’an dersi verirken babasının, tahsildar ve polisi görünce cürm-ü meşhut olmamak için, oturduğu minderden fırlayışı, kaçışı, onlara yalvarışı gelir gözlerinin önüne.
Yüreği kanar yeniden.
2004 Şubatı’nın ilk günlerinde hastalanır.
Hastane günlerinde İsamil Bey’le telefonla görüşürler.
İsmail Bey "hocam ben geliyorum" diyerek ısrar etse de;
"Hayır evladım gelme ben iyiyim çıkınca senin ziyaretine geleceğim" der.
Bu, birbirini seven iki dostun son konuşmasıdır.
Bundan sonrasını dağ başında gürül gürül yanan sobanın sıcaklığında İsmail Bey’den dinliyoruz.
"Vefat ettiği gün akşam buraya gelmiş, şu ileriki masaya oturmuş haberleri izliyordum.
Bir taraftan da işlerin aksamaması için çalışanları takip ediyorum.Televizyon Ali Ulvi Hoca’nın Hakk’a yürüyüş haberini veriyordu. İki servis elemanı , birbirleri ile konuşuyorlar, iki de bir de dönüp dönüp bana bakıyorlardı.
İşaret ettim, geldiler.
Siz ne yapıyorsunuz, dedim.
‘Efendim, haberlerde vefatını izlediğiniz bu zat bu sabah buraya geldiler, sizi sordular. Beyaz elbiseler içindeydi. Biz, sabah namazını kılıp eve istirahata gittiğinizi söyleyerek, siz buyurun, biz haber verelim, hemen gelir , dedik. Bize;
‘Hayır haber vermeyin, ziyaretine geldiğimi ve selamımı söyleyin’ dedi ve geldiği gibi döndü gitti.
Uğurlamak için arkasından koştuksa da bir daha göremedik. Şimdi haberlerde görünce hayretler içinde kaldık.’
"Ben çocuklara; siz kafayı sıyırmadınız değil mi? deyince;
‘Efendim biz de zaten böyle diyeceğinizi bildiğimiz için konuyu açmayı düşünmüyorduk’ dediler.
İsmail’in Yeri’ndeki muhabbet koyulaştıkca, koyulaşıyordu.
Demir döküm soba hala homurdanıyordu.
Gece yarısını çoktan geçmişti.
Dağların sessizliği içli bir türkü gibi yükselirken, izin isteyip kalkıyoruz.
Kapı açılır açılmaz dağın soğuğu saldırıyor üzerimize.
Dağlar, gecenin karanlığında kendi yüceliğinde yükselen ulvi insanlar gibi daha bir heybetli duruyor.
Yağmur, gecenin ve dağların siyah saçlarını ıslatıyor.