HARUN TOKAK

O Küheylan… Süvarisiz döndü ülkesine

İkindi güneşi, son kızıl kanlarını döküyordu Boğaz’ın gümüş renkli sularına.

Gözleri kan kırmızıydı. Bitkindi… Yorgundu…

Akşamın serin elleri kızıl saçlarında gezinirken o, gecenin siyah gözlerine koşuyordu.

Ömrünün baharında, cepheye uğurlanan polat ruhlu yiğitler düştü hayalime.

Bir fidan gibi sapasağlam iki kol ve iki ayakla köyünden çıkan nice yiğitler vardır.

Geriye dönebilenleri bile çoğu kere tek ayakla, tek kolla dönmüşlerdir.

Gençlik hayallerini yaşamadan amansız bir hazan gelip çökmüştür taze baharlarına.

Hayatın ikindilerinde dönmüşlerdir köylerine.

Atalarımız, “Cihan harbini gören ihtiyardır.” derdi.

Köyün çeşmesinde testisini dolduran körpe bir kıza, “Ciğerim yandı, bir tas su verir misin yavrum?” derken, o çocuğun, kendi evladı olduğunu bilmeyen meçhul kahramanları biliriz.

Ya da evinin kapısına kadar yaklaştığında, “yabancı birisi geliyor” diye, kendi hanımının kendinden kaçtığı, ömrünün baharındaki ihtiyarları duymuşuzdur.

Tren istasyona yaklaştıkça “İnme! Çek git buralardan” diyen, Küçük Ağa’daki Çolak Salih gibi nice yiğitler, hicranla girmişlerdir köylerine. Rüzgâr, içi boş ceketinin kolunu sağa sola sallarken, sevgililer, hasretle kendilerini bırakmıştır bu kolsuz “kollara” da:

“Kolun! Kolun nerede?” diye inlemişlerdir.

“Kolun da lafı mı olur, savaş bu” demiştir, yiğitler.

Kol, ayak, baş ya da can… neler verilmemiştir vatan uğruna.

Ünlü Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov, “Toprak Ana”da köye getirilen şehit künyelerinin acılı hikâyelerini anlatırken:

“Daha postacı sokağın başında göründü mü evlerden çığlıklar yükselmeye başlardı.” der.

Sokaktaki evlerden birine daha bir kınalı küheylanın şehadet haberi gelmiştir.

Ha Kırgızistan’ın Şeker köyündeki Dolunay Ana’nın yiğitleri, ha Çanakkale Mahşeri’ndeki Hatice Ana’nın kınalı kuzuları… Ne fark eder.

Dönememişlerdir…

Köylerinde yağmurlar yine bereketle yağmıştır, rüzgârlar tatlı esintileriyle kesik çim kokuları taşımıştır ve diktikleri güller her bahar açmıştır ama onlar bütün bunları bir daha görememiştir.

Tarih boyunca yiğit ile At hep birlikte anılmıştır. Kahramanların vazgeçilmez sevgilisidir asil ve soylu atlar.

“Severiz esb-i hünermendi saba reftarı

Bir peri şekl-i sanem, gözleri ahu yerine”

“Biz gözleri ahu olan bir peri yerine/ Rüzgâr edalı, marifetli atı severiz” der, Gazi Giray.

Atın, vatanı Asya’dır.

Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında kendi benliğini tatmin için at koşturan akıncı, İslamiyet’le buluşunca, ufkunda parlayan ışıltıya dört nala at sürdü.

Bu coşkuyla Anadolu’ya koştular.

Bu coşkuyla Balkanlara, batının en batısına mahmuzladılar atlarını.

Akıncılar savaş meydanlarında bir anda Cennete uçmalarını, atlarını çok hızlı sürüp hızlarını alamamaya bağlarlar.

Yahya Kemal bu olayı,

“Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla” dizeleriyle dile getirir.

At, kahramanın en yakın arkadaşıdır. Cennete bile onunla uçar âdeta.

Karlı dağları aşıran, kızgın çölleri geçiren ve insanı doludizgin ölüme götüren kahramanlık hissi, en güzel tasvirini at sırtında bulur.

İnsanoğlunun hayatına giren hayvanların başında gelir atlar.

Eski Türk efsanelerinde sahibiyle konuşur, onu öğütler, tehlikeleri haber verir ve aynı mezarı paylaşır.

Kahraman yaralanınca, onun başını bekler, onu tehlikelerden korur.

Bir de cepheden köyüne süvarisiz, sırtı boş dönen küheylanlar vardır.

Üzerinde eğeri, dizginleri, üzengileri koşumları vardır ama binicisi yoktur.

Karlı dağlarda, sarp yollarda taşıdığı süvarisini bırakmıştır.

Onu geri getirememiştir. Yüreğinde acısıyla dönmüştür yurduna.

Geçen haftaki Türkçe Olimpiyatları’nda dünyanın dört bir yanındaki Türk Okulları’ndan gelmiş fedakâr öğretmenler vardı. Ben onlara “Önden Giden Atlılar” diyorum.

Meclis Başkan’ımız Sayın Bülent Arınç, bulundukları ülkelere sevgi tohumları saçan bu yiğitlere Merhum Necip Fazıl’ın şu şiiriyle seslendi:

“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!

Hedefe varmayan mızrak utansın!

Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!

Çatlarsan doğuran kısrak utansın!”

O anda dev çadırın içinde, halinden ıstırap çektiği hemen anlaşılan, yüreği ezik bir ata çevrildi gözler.

Üzeri boştu… Binicisi yoktu…

“Adem Tatlı’nın atı” dediler

Süvarisi Moğolistan’ın uçsuz bucaksız bozkırlarında doludizgin koşarken çatlamış.

Hayalim beni 1911’lerin Libya’sına götürdü.

Libya’nın, İtalyanlara karşı özgürlük kavgası verdiği yıllarda ismi öne çıkan bir millî kahraman vardır:

Ömer Muhtar.

Tam 20 yıl at sırtında kızgın çöllerde, dağlarda tepelerde Mussolini’nin askerlerine karşı kavga vermiştir.

Bu çöl aslanının önünde, İtalyan askerleri aciz kalmıştır.

Antoni Quin, “Ömer Muhtar” filminde, İtalyan askerleri ile savaşırken çöllerde ihtiyarlayan bu aslanı canlandırmaktadır.

Bir keresinde süvariler cepheden dönmektedir.

Atların sesleri ulaşır çadırlara.

“Geliyorlar” sesleri karışır kızgın çölün buharlı buğularına.

Çadırların kapılarını aralayan analar, gencecik kadınlar minik yavrularını kaparak gelen süvarilere koşarlar

Süvariler geldi… Süvariler geldi… sesleri birbirine karışır.

Bir anda mutluluğun ışığı düşer acılı yüzlere.

Kırdan dönen koyunların kuzularıyla kavuşma vaktidir.

Buluşurlar, meleşirler, sarılırlar, koklaşırlar, ağlaşırlar…

Babalarını karşılamaya gelenler arasında Küçük Ali’yle annesi de vardır. Ali, ışıltılı siyah gözleriyle babasını arar dönenlerin arasında.

Babası yoktur.

Boş bir atı görür, Ali’nin güzel gözleri.

Bu, babasının atıdır.

Başını eğer yere ve alev fışkıran çöle hüzün damlar gözlerinden.

Çadırdan sevinçten uçarak çıkan çaresiz kadın, bir kepezin üzerinden denize bakar gibi çölün gökyüzüyle buluştuğu ufka diker hüzün soluyan gözlerini.

Acılar bir ırmak gibi akar yüreklerinden.

Ali’sini kaptığı gibi Ömer Muhtar’ın çadırına koşar zavallı kadın.

Ömer Muhtar abdest almaktadır.

Çadıra hüzünden bir gölgenin düştüğünü fark eder.

Başını kaldırır.

Kadına diker çaresiz gözlerini. Çadırın direklerini sarsan, acılara belenmiş bir ses duyulur:

“Kocam nerede?”

“Ben… Onun kitabını getirdim size. Allah kullarına yüz çevirmez.”

Annesinin elini sıkıca tutmuş küçük Ali’ye;

“Adın ne senin” der.

“Ali”

“Ali ha… Bu kitap senin… Annene söyle, senin için saklasın onu.”

Kadın, alır kumlara belenmiş kanlı Kur’an’ı ve yıkar gözyaşı pınarlarında; sürer yüzüne, gözüne…

İçi kan ağlayan Ömer Muhtar;

“Sizi böyle ağlarken görmemeli, kavgamızı onlar sürdürecek. Çocuklar bizi hep iyi, güçlü, emin ve hiç yılmayan insanlar olarak hatırlamalı.”

Libya çöllerinden İstanbul’daki dev çadıra geri döndüğümde küçük bir çocuk, annesinin eline sımsıkı tutmuş, sahneye çıkıyordu.

“Moğolistan bozkırlarında koşarken çatlayan Adem Tatlı’nın, Hanımı ile Oğlu Ömer Faruk” dediler.

Vefa ödülü verilecekmiş…

Kadın, hüzünden bir abide gibi durdu sahnede.

Acılıydı ama hicret diyarında şehit vermiş olmanın onurlu duruşu vardı üzerinde.

Ödülü sadece almakla yetindi.

Tek kelime bile konuşmadı.

Teşekkür etmeye bile yüreğinin takati yoktu.

Bir kelime beyan etseydi, sanki bütün büyü bozulacakmış gibi bir hâl vardı; sustu… Sadece sustu…

Bir sessiz çığlık sarstı, dev çadırın direklerini.

Hıçkırıklar yükseldi salondan.

Aldığı ödülü acılı günlerde yarıya çekilen bir bayrak gibi vücudunun tam ortasında durdurdu ve sonra küçük Ömer Faruk’una uzattı.

Ne dediğini duyamadım ama “Al oğlum, bu senin çünkü babanın davasını sen devam ettireceksin” dediğini tahmin ettim.

Yerine oturunca, tuttuğu bütün duygularını bir anda bıraktığını, acılı yüreğini göz yaşı ırmaklarına saldığını, söylediler.

Kocasının boş atını görünce, Ali’sini kaparak, Ömer Muhtar’a koşan kadın gibi, bari Ömer Faruk’unu alarak “Ser Süvari”ye koşabilseydi ve “Kocam nerede?” diyebilseydi, diye geçirdim içimden.

Kızgın çölleri, karlı dağları aşan atlar, önlerine koca bir okyanus çıkınca kaldılar bu kıyıda.

Önden giden atlılar… Sanki sevgili bekler gibi bekliyorlar bu kıyıda, yıllardır…

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.