Nefesini tutmuş baharı bekliyor dağlar
Kartepe…
Güneş karşı karlı dağları aşarken biz Kartepe’deyiz.
Adil bir anayasa için, çalışkan ve gayretli işadamlarımızdan Adil Üstündağ Bey’in, yüce dağlarla boğuşarak, yol ve ulaşım gibi nice sorunlarla mücadele ederek inşa ettiği, emsallerinden üstün bir tesiste, muhteşem manzaralı, başı dumanlı bir dağdayız.
Kartepe bir şahin gibi bakıyor ovaya.
Bir gözüyle Sapanca’yı diğer gözüyle körfezi gözlüyor. Körfez’in ışıl ışıl renk gölgelerinde geziniyor gözlerimiz.
Bulutların üstündeyiz…
Karlı dağların çatalından güneşin altın sarısı son ışıkları parlarken, bulunduğumuz dağın düzlüğünü yavaş yavaş esir alıyor sisler.
Dağlara sevdalı sislerle, dağların dansını seyrediyoruz buhar perdeli camlardan.
Dağın yamaçlarındaki ağaçlar eteklerinden tutuşmuş hazan sarısı alevlerle yanarken, tepelerde çoktan karın buz gibi elleriyle kefenlenmiş ve ölümün suskunluğuna salmışlar kendilerini.
Ölümün ak örtüleri altında yeni bahara erişebilmek için nefesini tutmuş bekliyor dağlar.
Kuş cıvıltıları, koyun kuzu sesleri ve kaval sesiyle birbirine seslenen yamaçlar bu mevsimde suskunluğa bürünmüş
Sadece rüzgârın sesi duyuluyor bu dağlarda.
Birazdan gece dökülüyor tepelere ve koyu bir karanlığa koyuluyor yorgun dağlar.
Beyaz bir hayalet gibi karanlığa gömüldüğünde karşı yamaçlar, rüzgâr, ardı ardına baskınlar düzenliyor zirvelere.
Odama çekiliyorum…
Yürek yakıcı bir musikinin tam merkezindeyiz.
En tatlı nağmelerinde rüzgâr muttasıl türküler söylüyor suskun dağlara. Yorgun dağlar o türkülerle coşuyor, o türkülerle bir birlerine sesleniyor sabaha değin.
Ayaklarını dağlara, iki elini de kapıma dayayan rüzgar, sabaha kadar “Hu” sesleriyle sayha-zen oluyor.
Arada bir sakinleşiyor gibi görünse de yeniden başlıyor ve ardı arkası kesilmiyor baskınların.
Şubat soğukları kadar haşin buralarda rüzgârlar.
Sabah olduğunda otelin büyük salonunda yeni bir anayasa konusunu müzakere etmek üzere toplanıyoruz.
“Uçan Üniversite Abant Platformu”ndayız. Bu üniversitedekilerin tamamı hem hoca hem de öğrenci.
Bu toplantıda; siyasetçisinden, bilim adamına, gazetecisinden yazarına kadar pek çok kimsenin “ben buradan çok istifade ettim” dediğine şahit oluyoruz.
Kimse kimseye ders verme gayretinde değil, öğrenirken aynı zamanda öğretiyor.
Abant ruhu da bu olsa gerek.
Birçok önemli nokta vurgulandı oturumlarda:
“Yeni bir Anayasa; her bireyin sığınağı olmalı. Devlet millet kaynaşmasını sağlamalı… Özgürlük düşüncesiyle güvenliğimizden, güvenlik mülahazasıyla da özgürlüğümüzden vazgeçemeyiz. Toplumun her kesiminin katkısı olmalı. Evrensel hukuk ilkelerini ihtiva etmeli…”
Ardından gün yine aştı karşı dağları. Karanlık çöktü Kartepe’ye.
Otelin loş lobisinde, herkes guruplar halinde çay ve kahve sohbetindeyken, “Abant Ruhu” da sessizce gezinmeye başladı aramızda.
Bu vesile ile paylaşılan acı tatlı hatıralar yeni dostluklara kapı aralıyor ve gündüz çözülmez gibi görünen pek çok konu bu büyülü yerlerde bir kahve içimi kolaylığında çözümleniyordu.
Akademik bilgi ve birikimi kadar musiki repertuarı da oldukça zengin olan Prof. Yasin Aktay’ ın gece fasılları da Abant’ın vazgeçilmezleri arasındaydı.
Toplantılarda heybetli dağlar gibi duran insanların böyle anlarda nasıl bir çocuk kadar sevimli olduklarını, içlerinde hiç bitmeyen bebek duyguların depreştiğini fark ediyorsunuz.
Gece fasıllarıyla, Burhan Kuzu, Ergun Özbudun, Murat Belge, Eser Karakaş, Hayreddin Karaman ve Altan Tan gibi pek çok bilim adamımızın musiki icrasındaki maharetleriyle birlikte gizemli dünyalarını keşfe muktedir oluyoruz.
Favori şarkılarını ud eşliğinde mırıldanırlarken gözlerinin içi parlıyordu hocalarımızın.
Sanki bir bebek oynuyor, bir bebek bağırıyordu içlerinde.
Eser Hocanın; “Sarahaten, acaba söylesem darılır mı?”diye başlayan “Tereddüt” adlı nihavent şarkı bittiğinde, “Ya hu, şu zarafete şu edebe bakar mısın! Şimdiki bazı şarkı sözlerini duydukça musikide ne kadar yozlaştığımızı düşünüyor ve üzülüyorum” derken, baktım hocanın gözleri dolu doluydu.
Bu vesile ile, Ergün Hocanın; favori şarkılarının, bestesi Şevki Beye ait olan “ülfet etsem yar ile ağyara ne” ve “fikrimin ince gülü” olduğunu öğreniyoruz. Onları söylerken bir başka heyecanlanıyor, gözlerinin içi gülüyordu hocanın.
Murat Belge, “Beyoğlu’nda gezersin, gözlerini süzersin” şarkısını söylerken kısık sesiyle, rüzgâra tutulmuş söğüt ağacı gibi sağa sola salınıp elleriyle önündeki sehpaya ritimli vuruşlar yaparak geceye ayrı bir renk katıyordu.
Bu vakur insanların içlerinde fıkırdayan çocukların fırlayarak salonun loş ışığında gülücükler dağıttığını gördük gece boyunca.
Geç vakte kadar sürdü fasıl ve sohbetler.
****
Odama döndüğümde beynimdeki fırtınalara eş yine gecenin sert rüzgârları başlıyordu.
Rüzgâr, odamın kapı ve penceresini yumrukluyordu yeniden.
Sanki karlı dağların tepelerinde binlerce vahşi kurt uluyor, binlerce yılan ıslıklıyor. Rüzgâr acı ağıtlar yakıyor, yırtınıyor, paralıyor kendini.
Şafak sökerken odamın penceresini araladığımda soğuk, bir kırbaç gibi iniyor yüzüme ve dişlerini anında geçiriyor ciğerlerime.
Karşımdaki dağın yamacındaki yapraklarını dökmüş ağaçlar, elbisesinden soyulmuş, dansa zorlanan iffetli bir kadın gibi titriyordu soğuk bir bestenin nağmelerinde.
Yıldızlara takılıyor gözlerim, titriyorlar, üşüyorlar.
Yıldızlar yakın… Uzatsam elimi sanki erişeceğim. Avucumda ısıtmak istiyorum onları, onlar ısıtıyor içimi.
Üşüyorum…
Kapatıyorum odamın penceresini.
Gün ağarıncaya dek atını amansızca ve hoyratça koşturuyor deli rüzgâr.
Güz günlerinde şubat soğuklarını aratmayan Kartepe’nin ayazlarında; Türkiye’nin, yeni bir anayasa değişikliğinden ziyade zihin değişikliği ihtiyacının idrakine varıyoruz.
Bu duygularla ayrılıyoruz amansız ayazların savaş alanı Kartepe’den.