“Nasıl Bir Gecede Asılmak İstersin?”
Ramazanın son günleri…
Gecenin sırtını sabaha dayadığı bir vakitte balkondayım…
Yağmur hafif hafif çiseliyor.
Sokaklar ıslanıyor,
Ağaçlar ıslanıyor.
Gecenin siyah saçları ıslanıyor.
Ramazan boyunca kah hariminde, kah geniş terasındaki selamlığında şefkatli bir ana gibi evlatlarını bağrına basan, gecenin karanlığında türbesine nur inmiş yüce bir derviş gibi öylece duran, sokağın başındaki Çamlıca Camii ıslanıyor. Yağmurun hafif çiselediği bir gecede idam edilmek isterim” diyen dağ gibi delikanlılar düşüyor ıslak hayallerime.
İçin için ağlarken birden kendini koyuveren yüreği yufka bir ana gibi boşanıyor gökler. İçimdeki duygular gibi coşuyor bulutlar ve dörtnala koşan beyaz atlar gibi meleklerin ayak sesini andıran muhteşem bir yağmur musikisi başlıyor.
Yetmişli yıllara gidiyor hayalim…
Ülkenin her geçen gün derin bir kaosa sürüklendiği günler…
Boykotlar, bombalamalar, çatışmalar, yokluklar, ölümler… Korkuların bir kabus gibi milletçe üzerimize çöktüğü yıllar.
Beş binden fazla vatan evladını yitirdiğimiz ama neden öldü, kim öldürdü, niçin öldürdü… bilmediğimiz günler…
Anne-babalarının, sırtlarında yük taşıyarak harçlıklarını gönderdiği, soğuk kış gecelerinde battaniyelerine sarınarak mum ışığında ders çalışan yoksul delikanlılar.
Hafızam ve ruhum geçmişin soğuk iklimine düşmüş, can havliyle, nefes nefese koşuyor.
Seksenli yıllara yaklaşırken, her gün gazetelerde boy boy kanlı fotoğraflarını görmeye alıştığımız şehitler geliyor gözlerimin önüne.
1970’in Sekiz Haziran’ında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nin arka bahçesindeki ağaçların altında son namazını kıldıktan sonra fakültenin bahçesinde hunharca öldürülen, yapılan otopsi sonucunda 36 saattir yemek yemediği anlaşılan, tutanaklara ‘cebinden sadece 35 kuruş çıkmıştır’ diye kayıt düşülen şehit Yusuf’lar…
1978 Ramazanı’nda başından vurularak şehit edilen ve kendisinden sonra doğan çocuklarını göremeden şehit olan Arif’ler, Yetim Ruhi’ler, Sinan Koca’lar…
1979 Ramazanı’nda sokaklarının başındaki Sakarya Camii’ne giderken şehitlik mertebesini kazanan, bir gün sonra da evlerine; “Hukuk Fakültesini kazandınız” belgesi gelen Balıkesirli Atalay’lar…
Ağır işkencelerle kırılmadık kemiği, parçalanmadık yeri kalmayan sonra da ağzından ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava verilerek ciğerleri patlatılan ve cansız cesedi okulun 3. katının penceresinden atılan şehit Ertuğrul’lar…
Yaşlı annesini emekli maaşını almaya götürürken, Çeliktepe’de silahlı militanların saldırısına uğrayan ve kafasına sıkılan tek kurşunla annesinin kolları arasında ölen, geride, kendisine siper olmak isteyen annesini de ağır yaralı bırakarak bu dünyadan göçüp giden Ali Osman’lar…
Boğaz’dan esen soğuk bir poyraz yarım kalan türküler eşliğinde anaların yürek yangınlarına koşarken koca Anadolu’ya sığmayan bizlerin sonraları nasıl daracık hücrelere sığdığımızı düşünüyorum.
Yağmur hızını iyice artırıyor, sokak lambasının ışık haresinden daha bir hızla geçmeye başlıyor damlalar.
Sert zemine düşen damlalar bir lastik top gibi yukarı zıplıyor, sonra cansız yere düşüyor.
12 Eylül idaresinin buz gibi beton hücrelerde çürüttüğü polat ruhlu kahraman kızlarımız, dağ gibi delikanlılarımız düşüyor ıslak hatırama.
Uydurma bahanelerle ölüm kokan karanlık taş duvarlar arasına kapatılan, hiç utanmadan işkencelerle, tecavüzlerle hayatları karartılan, kimi daha gelinliğini hiç giymemiş, gözlerinden şelaleler gibi hayat fışkıran, fidan boylu, polat ruhlu genç kızlarımız…
Henüz doğmuş bebeklerini bir daha hiç göremeden, bağrına basamadan, rutubet kokan taş duvarlar arasında ölüp giden gencecik anneler…
Karanlık hücrelerine dolan sabah ezanını duyunca işkenceden kan torbasına dönmüş bedeniyle taş duvarlara tutunarak doğrulmaya çalışan, ellerini duvarlara sürerek abdestini alan, sonra da Sonsuzluğun Sahibi’ne yönelerek; “Senden başkasına bu baş eğilmez” diyen gencecik yiğitler…
Çırılçıplak soyularak, kolları kalaslara bağlanarak çarmıhlara asılan, bayılıncaya kadar uzuvlarından elektrik verilen, eşlerinin, çocuklarının gözleri önünde işkence gören onurlu babayiğitler…
“Durun, kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum” diyen, Koca Reis’ler…
Diyarbakır cezaevinde oruçlu olduğu anlaşılınca lağımın kapağı açılarak ‘al sana iftariyelik’ diyerek zorla ağzına pislik sokulan, sonra da bir tekme ile bağırsakları patlatılan beyefendi insanlar… Bedii Tan’lar…
Ölüm kokan hücrelerinde geceler boyunca ölümü beklerken türbesine nur inmiş ulu bir insan gibi seccadelerinin üzerinde sabahlayan derviş ruhlu delikanlılar…
Sırtlarında idamlık elbiseleriyle sehpaya doğru giderken koridorda buğulu gözlerle bakışarak vedalaşan, kelepçelerden dolayı kollarıyla sarılamadıklarından beyaz kuğular gibi başlarını birbirlerinin omzuna bırakan yalnız ve sessiz kahramanlar…
Son arzuları sorulduğunda iki rekat namaz diyen, sonra da projektörlerin aydınlattığı infaz bahçesindeki sehpada salınan yağlı urgana doğru, boyunlarındaki yaftalarla dik ve vakur bir halde yürüyen yiğitler…
Hocanın; “Halil evladım! Allah’a gidiyorsun,” sözü karşısında, tebessümle başını sallayarak; “Biliyorum Hocam! Dostlarımıza selam söyleyin, ölümümüze üzülmesinler.”diyen, ölüme gülerek yürüyen yiğitler.
Devletin elbisesiyle asılmak istemedikleri için koğuş arkadaşlarından “gelinlik” elbise isteyen, 23 kişinin üzerlerinden iki kefen parası çıkmadığı için, arkadaşlarından birinin annesinin getirdiği iki beyaz nevresimi cezaevi terzisine diktirterek, birkaç gün sonra idam edilecek olan arkadaşlarına gönderebilen yoksul ama onurlu yiğitler.
Taş duvarlar yollarını biçtiği için, arkadaşlarının asılacağı günü, ancak “Bahçede sehpalar kuruluyor,”diyen cezaevi terzisinden öğrenebilen, o gece, Kur’an’dan cüzler dağıtarak, hatim indiren; son yolculuklarına çıkacak olan arkadaşlarına moral olsun diye her yarım saatte bir koğuş penceresine çıkıp sâlâ okuyan irfan sahibi, mütevekkil yiğitler…
Gece yarıyı çoktan geçmiştir.
Arkadaşlarının asılıp asılmadığını bilmeksizin koğuşlarında bekleşirler.
Koğuş başkanı İrfan Bey son sâlâyı okumak için pencereye çıktığında, demir korkuluğun arasından karanlık boşluğa doğru uzatır ellerini.
Şehitlerin gözyaşı yağmurları dolar avuçlarına.
“Ah Halil’im! Rabbimizden güneşleri yağdırmasını dileseydin, Rabbim bu gece güneşleri bile yağdırırdı” sözleri dökülür dudaklarından.
Sonra da arkadaşlarına dönerek;
“Arkadaşlarımızı asmışlar” .
“Bir gün Halil’e sormuştum, ‘nasıl bir gecede asılmak istersin’ diye de; ‘yağmurun hafif çiselediği bir gecede’ demişti.” der.
Ertesi gün Halil’in bohçası gelir koğuşa.
O bohçadan elbiseleri çıkar, kıldığı namazları, tuttuğu oruçları, ölümle ilgili yazdığı ayet ve hadisleri yazdığı günlüğü çıkar.
Bir de oyalı bir başörtü…
Yeni evlendiği ama muradına ermeden ayrılmak zorunda kaldığı, ölüm kokan hücrede geceler boyunca hatırasına tutunduğu eşinin başörtüsü.
Özenle sarılı paketi açtıklarında arkadaşlarını gözyaşı sağanaklarında ıslatan, birbirine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlatan başörtüsü…
***
Ve şafak sökün ediyor, yağmur hafif hafif çiseliyor.
Sokaklar ıslanıyor,
Ağaçlar ıslanıyor.
Gecenin siyah saçları ıslanıyor.
Ve avuçlarıma düşen şehit gözyaşları ıslanıyor.
Bugün 12 Eylül…
Bu gün yarım kalan türküleri tamamlama günü.
Ben inanıyorum ki, ömürlerinin baharında, bütün muradları ‘hafifçe çiseleyen bir gecede ıslanarak ölmek’ olan o yiğitler, bütün ruhlarıyla, mezarlarından kalkıp sandıklara koşacaklardır.
Bugün bizi kimse tutamaz.
Arş yiğitler! Demokrasi imdadına.