HARUN TOKAK

Kışta gelir garipler…

Geçenhafta yolumuz, bir sonbahar sabahının taze ışıkları Amanos Dağlarının dingin doruklarından Bereketli Amik Ovasına bir ışık seli gibi akarken, Antakya’nın girişindeki Karaksi köyüne düştü.

Nurlara sarınmış bir ulu sultan gibi Amanosların bağrında yatan Mehmet Özyurt Hocamız karşıladı bizi.

Hiç bahar görmeden giden bu garip insan geldikten sonra köy, Anadolu’nun her yerinden akın akın gelenlerin uğrak yeri olmuş. Bizim insanımızın beğendiği, sevdiği bir insana öldükten sonra vereceği en yüce mertebe evliyalıktır. Bölgenin insanları, onun vefatından sonra da aralarında dolaşıp durduğunu konuşuyorlar. Kimisi bir yurdun eşyalarını döşerken görüyor.

Kimisi, “bu bölgelerin sorumlusu benim” diyerekten, Irak’taki Türk okullarında görev yapacak olan öğretmenleri uğurlarken.

Belli ki yine Diyarbakır senin, Urfa benim koşturup duruyordu Can dostu Bahaddin Bey: “Mehmet Ağabey zor olmuyor mu bu kadar gezmek? İşin, meşguliyetin, çocuklar?…Yenge de olmayınca nasıl yapıyorsun?” ‘Değme yarama Baho’  dedi ve öyle bir ağladı ki… ben de ağladım, uyandığımda hala gözlerimde yaşlar vardı. Bir yanda; Antakya’ya gelen Hazreti İsa’nın havarilerini korurken  şehit edilen marangoz Habib-i Neccar, diğer yanda; anne babasının sırtlarıyla dağdan taşıdıkları odunları satarak geçimlerini sağladıkları Mehmet Özyurt Hoca…

İki ulu sultan uzaklardan bir birine bakıp duruyorlar.

Şefkatli bir ana gibi evlatlarını sımsıcak bağrına basmaya hazırlanan Mehmet Özyurt Külliyesi’nin bir an evvel hizmete girmesi için o gün; zengin ve varlıklı insanlar mallarından, çocuklar harçlıklarından, kadınlar yüzüklerle, küpelerle, bileziklerle canlarından verdiler.

Uzun zamandır böyle bir cömertlik sahnesine şahit olmamıştım. O gün orada anladım ki garipler kışta geliyorlar. Kışta geliyorlar ama yer yer soğuğu donu aşarak tipiye borana karşı ulu bir kavga başlatıyorlar

Toprağın bağrına sinip birkaç sümbülü vermeden de gitmiyorlar.

O gün orada düşündüm ki; 10 km. uzak bir köyde oturan Hasan Hoca’dan ders okumak için  yıllarca sırtındaki yazlık ince bir ceketle, ayağına bağladığı bez parçaları ve şalvarıyla karlı-buzlu dağ yollarını gele-gide aşındıran Mehmet Hocamız hakikaten kışta gelmiş bir garipti.

Bir pöstekinin üzerinde sabahlara kadar titrek ışığında ders çalıştığı mumlar şahittir onun garipliğine.Çocukluktan gençliğe adım attığı yıllarda kıldığı namazların ardından ellerini açıp saatlerce ettiği dualar şahittir. Kıtlıktan dolayı az yemek yediği için yüzü hep solgun duran; oğlunun o solgun yüzüne bakıp bakıp ağlayan ananın gözyaşları şahittir.

1952’de dağdan odun getirdiği bir sırada, Asi nehrine çuvallara doldurduğu Kur’anları atan görevlinin yanına yaklaşıp “Şu Kur’anlardan birini bana ver de evladım için saklayayım” dediğinde görevlinin; “Seni asarlar” sözleri karşısında; “asarlarsa assınlar ” diyen ve Kur’anı nehre atılmaktan kurtaran emanet kahramanı baba şahittir.

1968’de İskenderun’da imamlık yaparken aynı yerde askerlik yapan Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanışması onun hayatının dönüm noktası olacaktır ama o karları delerek başını çıkaran bir şafak çiçeği gibi baharı görmeden gidecektir.

Yıllar sonra yolu, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Bornova Camii’nde bir kez daha kesişir. Hocaefendi, yeni bir dirilişin en güçlü solukları olan ateşin vaazlarını onun imamlık yaptığı o bereketli camide vermekte; her Cuma bu bereketli mabet Anadolu’nun dört bir yanından akın akın gelen insanlarla dolup taşmaktadır.

O güzelim günler, hiç bitmesini istemediği düşler gibi 12 Eylül sabahında ansızın bitiverir ve yine tipi-boranın ortasında bulur kendini. 1983′ de de devlet memurluğuna son verilir.

Sefillerdeki Jon Valjan gibi amansızca takip edilir. Gözaltılar, sorgulamalar, işkenceler bir birini takip eder. Oğlu Ahmet; “Bazı günler aç kalırdık, evimizde yiyecek bir şey bulunmazdı, aylarca evimize meyve girmezdi” diye anlatır o günleri. Durumunu Fethullah Gülen Hocaefendi duyunca;  “Böyle olmaz” diyerek bir zarfın içinde bir miktar para gönderir. “Biz bunun için mi koşturuyoruz, ben bunu çocuklarıma nasıl yediririm!” diyerek günlerce ağlar.

Nesillere sahip çıkılmasının önemini anlatmak için Vefa abidesi Sakıp Ayhan Ağa ile sabahtan akşama kadar Diyarbakır’da kapı kapı dolaşır. “Git başımdan be hoca” denilerek defalarca kapılardan kovulur.

Günlerce işkenceye tabi tutulur.

Kor ateşlere gülümser.

Eşi Şükran Hanımefendi; “İçerden çıktıktan sonra iki sene kadar parça parça sırtının derileri döküldü, namazlarını kılarken doğrulabilmek için hep bir yerden destek alırdı.” sözleri ile anlatır o çile tezgâhında dokunan acılarla örülü günleri. Artık Cihan harbi görmüş bir yiğit kadar yorgundur.

Güz rüzgârlarının hazin estiği bir eylül ortasında eşi Şükriye Hanım’ın dizine başını koymuş dinleniyordu. Evlendikleri günden bu yana ona fazla vakit ayırmama hissinin yüreğinde açtığı yaraları sarıyordu belki de.

Gözlerinin altı mosmor, gözlerinin içi kan kırmızıydı. Kırkını doldurmuş olmanın olgunluğu ve vakarı vardı üzerinde. Şükriye Hanım, Anadolu’nun bu damıtılmış delikanlısının bir pınar perisi kadar güzel gül yüzüne şefkat dolu gözlerle bakarak; “kamyon şoförlerini geçtin” der.

“Ne gecen var, ne gündüzün, biz hiç seninle birlikte olamayacak mıyız?” “Dua et” der, “Allah ahirette nasip etsin bunu bize” Nergis gözlerinden inciler gibi yaşlar dökülmeye başlar. Şükriye Hanım’ın kederden, muhabbetten dudakları titreyerek; “Ne oldu sana böyle, son günlerde çok değiştin çok şeyler biliyormuş da söylemek istemiyormuş gibi bir halin var.”

“Ben de bilmiyorum” der.

Yorgun yiğit eşinin dizinden başını usulca kaldırır.

Bir süre için evin içinde döner dolaşır.

“Hemen Urfa’ya gitmem lazım” der.

Sanki üzerinde dağlar kadar yük vardır. Çorabının birini giydi diğerini giymekte zorlanır. Şükriye Hanım çoraplarını giymesine yardımcı olur. Kapıdan çıkarken küçük çocuğunu çağırır ve öper. Dua etder. Ayakkabısını giydikten sonra, içeri bakar.

Bir basamak iner, durur, döner  eşine baktı.

Gözleri ıslaktır.

Eşi,”Sana ne oluyor böyle?” deyince

“Bilmiyorum” der.

Basamakları iner.

Şükriye Hanım kapıyı kapatır. İçinde büyük bir sıkıntı vardır.

Biraz sonra kapıyı tekrar açar, merdivende duruyordur. Gitmemiştir.

“Niye gitmiyorsun, bir şey mi var?” der eşi,

” Yok” der, tekrar eşinin yüzüne bakar ve

“Haydi! Allaha ısmarladık” diyerek koşar adımlarla iner.

***

Urfaya vardığında İstanbul’dan gelen arkadaşlarıyla buluşarak Antep’e doğru yola çıkarlar. Tankerler tekerlekli boru hattı gibi arka arkaya geçmektedir. Akabe denilen yere geldiklerinde karşıdan gelen tankerlerden biri hatalı bir şekilde sollama yapar.

Kaçmaya fırsat bulamazlar.

Birden simsiyah bir duman yükselir.  Mehmet Özyurt, Hasbi Şahin, Bayram Acar, Halil İbrahim Çelik… Dört yiğit yanarak şehit olur.

Mehmet Özyurt Hoca’nın Şehadet parmağı göğe doğru kalkıktır. Tıpkı  “gir cennete” denilen Habib-i Neccar gibi “Ah halkım bir bilseydi” diyen bir hali vardır. Şehitlerin kömürleşmiş cesetlerini memleketlerine gönderirler. Geride küller, kanlar, kanlı kâğıtlar, yanık asfaltlar kalır.

Bir de, Bornova sokaklarındaki ihlas yüklü yürüyüşler, sütunların kemiklerini çatırdatan Kur’an okuyuşlar, kapılardan kovuluşlar, takipler, gözaltılar, işkenceler, hapisler…

Hepsi ama hepsi geride kalır.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.